Aslında Vehabîlik
ASLINDA VEHABİLİK
Hac idaresi işinde, mevcut bütün İslâm ülkelerinin üstünde gördüğümüz ve dolayısıyle Mukaddes mahalleri elinde tutmakta tercihliliğini teslim etmek zorunda bulunduğumuz Suudî Arabistan ile İslâm dünyası arasında tek mesele, tek ukde, tek ayrılık, onun itikat cephesi… Yani Vehabîlik dâvası…
Şu dillere destan Vehabîlik de nedir ve bugün ne durumdadır?
En kısa hatlarla işin tam hakikatini bildirelim:
Vehabîlik, bundan iki buçuk asır kadar önce Muhammed İbn-i Abdülvahhab isimli, Necid taraflarından ve Banî Temim kabilesinden biri eli ve diliyle neşredilmeye başlamış itikadî bir mezhep… Harekete geçişi de iki asra yakın bir zaman evvel Mekke Emîri Şerif Galib ile cenge tutuşmak ve bir süre boğuşmakla…
Muhammed İbn-i Abdülvahhab, fikirlerini yaydığı muhit içinde dâvasına yardımcı ve nüfuzlu bir aksiyon adamı olarak Der’iyye Şeyhi Muhammed İbn-i Suûd ile anlaşmış, onu vasıta diye kullanıp, soy adı olan babasının ismi altında Vahabîliği kurmuş ve işin kuru akla hitap edici ve cahilleri kolayca avlayıcı karakteri sayesinde peşine takılacak yığınlar bulmakta zorluk çekmemiştir.
İlk davranışları üzerine Mısır valisi meşhur Mehmed Ali Paşa tasfiyelerine memur ediliyor (İkinci Mahmut devri) yayılmalarını ve nazik noktaları ellerinde tutmalarını önlüyor, hattâ şefleri İbn-i Suûd’u esir ediyor, fakat Vehabîliği kabuğu içine çekilmek ve arada zuhur fırsatı kollamaya bırakmaktan öteye geçemiyor, yani dışı temizleyip içi kendi haline terketmek zorunda kalıyor.
İkinci Sultan Mahmud emriyle Mısır’dan yedikleri bu darbe üzerine Vehabîler kendi topraklarına çekilip yavaş yavaş gelişmeye başladılar ve kendi öz çevrelerini içten ve dıştan kuşatmakta gecikmediler. İkinci Abdülhamîd Han zamanında bile (1890), Muhammed bin Faysal adlı İbn-i Süûd neslinden şeflerini muhafaza ettiler; ve iç-dış, bin belâ içindeki Osmanlı İmparatorluğunun bu kadar uzaklara ulaşmayı imkânsız kılan zaafından faydalandılar.
Bugünkü Melik ailesi işte bu İbn-i Suûd soyundan..
Vahabîliğin, Arabistan merkezi ve islâm kaynağı Mukaddes sahaya tam yerleşmesi (daha evvel bir sürü giriş-çıkış) Birinci Dünya Harbinden 6 yıl sonra (1924) ve İngilizlerin yardımıyledir.
Vahabîlik nazariyelerinin başı Muhammed İbn-i Abdülvahhab, ne gariptir ki, mesleğine adını koyduğu babası ve öz kardeşi Süleyman tarafından şiddetle suçlandırılmış bir kimse… Kendisine bizzat babası ve kardeşi aykırı…
İlk kanaatlerinin vardığı hüküm, şu:
– Vahabîlere gelinceye kadar hiçbir fert müslüman değildir, olamamıştır!
Yani o tarihe göre 1200 yıl içinde kim gelmiş ve geçmişse müslüman değil!
Böylece mecnunlara hâs bir anlayış sahibi Muhammed Bin Abdülvahhab, sahabîlerden başlayarak bütün Sünnet ve Cemaat ehlini küfürle itham ederken bu ithamın bizzat Allah Resulüne kadar varabileceğini düşünemiyor muydu? Belki de asıl onu düşünüyor; Kâinatın Efendisinden aldığı dini, kurucusunu dışarıda bırakarak kendi hükmüne bağlamak istiyor, yani peygamberliğe özeniyor, fakat bunu birdenbire belirtmeye cesaret edemiyordu. Cinneti, hesaplı cinsten..
Tek kelimeyle Vahabîlik, İslâm içinde bir nevi (Materyalizm – Maddecilik) görüşüdür ve gözüyle görmediği, eliyle dokunmadığı halde Allahı nasıl kabullendiği hayrete şayan olan bu maddeci yalçın görüş, Allah’ın bütün esrar tecellilerini inkâr makamındadır.
“- Allah vardır, gerisi yoktur ve bütün ruhanî bağlılık ve alâkalar şirktir!”
Diyen bir mezhep…
Buradaki “gerisi yoktur!” hükmü, Tasavvufun.
“- Mutlak varlık Alllahındır ve gerisi gölge varlıklardan ibarettir.”
Hikmetiyle alâkasız… Hattâ ona ters… Bu hüküm, yüzdeyüz maddeci ve yavan bir akıl göziyle; ve ruhu , ruhaniyeti, evliyayı, Allah katında şefaat ve delâlet makamlarını, Peygamber bâtınını reddedici mahiyette…
Onlarca, bir kabrin başına geçip, (Peygamber dahil) orada yatanın ruhaniyetinden imdat ve delâlet istemek, ona tevessül etmek (vesile göziyle bakmak) küfürdür. Bütün tasavvuf büyükleri (İmam-ı Rabbani dahil) kâfirdir, keramet diye bir şey yoktur, mübarek şahıs veya eşya diye bir şey mevcut değildir, her ölü İaşedir ve neticede ne ruh, ne his, ne bir şey, bütün iç âlem hayâl!…
Vehhabîlik, aslında bir kısır, bir dış perde görüşüdür; ve onların düğüm noktası ruhu, âlemi tanımaz.
KIYMET HÜKMÜ VE BUGÜN
Son derece kaba, sığ ve esrar idrakinden mahrum, fakat ruh ve kafa feyzine yabancı insanları avlamakta belki mahir Vahabîlik diyalektiği, aslında ve zımnında peygamberleri de inkâr eder. ruhun beka ve tasarrufunu kabul etmez ve insanı öldükten sonra 50-60 kiloluk bir et ve kemik yığını halinde görürken, gerçekten, nasıl olup da Allah’ın doğrulayabildiği muamma belirtici bir sapıklıktan başka hiçbir izaha değmez.
Allah sebeplerin sebebidir ve bizzat yarattığı sebepler âlemine, kendi esrar tecellisiyle, vesile teşkil etmekte nice kuvvetler ve nimetler ihsan etmiştir. Bu hikmet de Kur’ân ile sabit…
Vahabîlik bu derin ve sırrı hikmeti anlamaz ve Kuranda zahiriyle gördüğü emirlerden başka hiçbir şey dinlemez, Sünnet, Ümmetin toplu hükmü (icmâ) ve kıyas diye de bir ölçüye yanaşmaz. Mezhep imamlarını red ve mâverâî her türlü yorumu abes kabul eder.
Dinî sırrîlikten çıkarıp bir teneke yapımı gibi maddîliğe dökmek isteyen kolay avcılık…
Kıymet hükmü budur!
Bir zamanlar Keremli Mekke ve Nurlu Medine’nin mukaddes yerlerine atlar, develer ve katırlarla giren, mübarek emanetleri talan eden, kutsî makamlara türlü hakaretlerden geri durmayan, türbe ve mezarları yerle bir eden Vahabîler ve temsil ettikleri Vahabîlik, bugün acaba ne vaziyette?..
Mekke ve Medine’ye tam yerleştikten sonra ilk hükümdar, bundan evvelki Melik İbn-i Suûd ve şimdiki Kral Faysal’ın babası Abdülaziz…
Keremli Mekke’de, Muazzam Kabe’nin çevresi “Mescid-ül-Haram” ait başlıca kapılardan biri de “Bâb-ı Abdülaziz: Abdülaziz kapısı”… Bu isimden, Suudi Arabistan devletinin ilk kurucusu ve yerleştiricisine verilen ehemmiyet anlaşılabilir.
Fakat…
Suudî Arabistana bugünkü rengini veren, Vahabîlik tonunu eskiyi unuttururcasına sulandıran ve yumuşatan, memleketini madde sahasında ileri hamlelere kavuşturan, sıkı bir nizam ağı içinde derleyen ve tebeasınca sevildiği ve tutulduğu muhakkak bulunan, şimdiki Melik Faysal…
Melik Faysal devrinde (7 yıllık kral), öteden beri amelde uymuş bulundukları hak mezhep (Hanbelî Mezhebi) istikametinde yürüyen Vahabîliği, izleri sadece sünnetlere sırt çevirmek, ölmüşlere hürmetten kaçınmak ve çenelerde bir sakal gölgesi muhafaza etmekten ibaret eski bir hatıra biçiminde görüyoruz.
Tatbikatta, ondan bir esere şehit olmuyor, hattâ eskiye nispetle rücu ve nedamet belirtileriyle karşılaşıyoruz.
Vaktiyle yerle bir ettikleri mübarek mezarları yeniden ihya etmemiş olsalar da, büyük sahabîlere ait bazılarını mütevazı işaretlerle meydana çıkarmakta artık mahzur tanımamış bulunuyorlar.
Aslında Kabe tavafını bile “Kâbeye tapıyorsunuz!” gibilerden şirk saymaları gereken Vahabîler, son devirlerde, arefe günü, birkaç veziriyle “Beytullah”a girip, ayağı çıplak ve başı kabak, zillet tavrı ve hürmet edası içinde orasını yıkayan hükümdarlar görmektedir.
Kendi çürük dâvalarına, Hazret-i Ömer gibi, akılla ruhun paylarını hakkiyle verebilmiş bir büyüğün yerinde gerçekçi ölçülerini alet ederken, şimdi bu yeltenişten açık bir eser görülmemekte…
Ama bütün mesele, o kadar kıymet ve ehemmiyet verdikleri maariflerinde… İlk okullardan başlayarak çocukların ruhlarını hangi inanış teknelerinde yoğurduklarını yakından görebilmiş değilim. Galiba üniversiteye kadar, bandrollu Batı bilgilerinden ve umumî din kaidelerinden başka bir şey yok… Yani hususî mânada bir ruh hamurkârlığı mevcut değil… Fakat üniversitede iş başka türlü… Üniversite fakültelerinin düpedüz teknik dışı, sâf ilim kısımlarında, usta ve sistemli şekilde olmasa bile bir Vahabîlik telkini olduğu muhakkak… Bu da kraldan fazla kralcı mizaç taşıyan bazı profesörlerin güya akılcı hüviyetlerinde doğuyor ve oralarda işi maddeye dökmek, topyekûn ruhî hayatı ve ruhaniyetı hiçe saymak, Sünnet ve Cemaat Ehli büyüklerine de dalâlette insanlar gözüyle bakmak modası devam ediyor. Bu halin de tepeden mi güdüldüğü, kendi içinden mi kaynadığı meçhul bulunuyor.
Netice:
Suudî Arabistan ülkesini hünerle idare eden devlet eli, Vahabîlik kalıntılarını ve sevdalılarını, “Bakiy” mezarına yapıldığı gibi kökünden kazıyacak ve itikatta sünnet ve Cemaat Ehline uyduğunu gösterecek olursa, ortada ukde ve ayrılık diye hiçbir şey kalmaz; ve bugünkü hal ve şartlar içinde İslâm dünyasının örnek diye tanıyacağı ve ümit bağlayacağı tek yer, Suudî Arabistan olur.
(Hac’dan Çizgiler, Renkler Ve Sesler, Büyük Doğu Yayınları, 6. Baskı)