Diyanet Ve Süleyman Ateş Hakkında Röportaj
DİYANET VE SÜLEYMAN ATEŞ HAKKINDA RÖPORTAJ
[Mücerret fikir ve sanatta olduğu kadar, islam’ı bilgi, kültür, tefekkür, vecd, mücadele ve çile bakımından da Türkiye’nin abide şahsiyeti üstad Necip Fazıl ile, gazetemizin son haftalardaki Diyanet İşleri’ne yönelik yayınları üzerinde genişliğine ve derinliğine bir röportaj yapmak, elbette ki, memleket çapında bir hadise olacaktı.
Kendisiyle “b.d. yayınları”nın idare yerinde ve hayli güçlükle karşılaşabildik ve ayak üstü hemen sorduk.]
— Üstad; gazetemizin son haftalardaki Diyanet İşleri ve yeni Başkanı mevzulu yayınlarından her halde haberlisiniz. Bu bahiste ana kıymet ölçüsünü belirtecek olan görüşlerinizi almak istiyoruz. Cevap verir misiniz?
— Teklifiniz çekici… Yaşımı ve başımı aşan meşguliyetlerime rağmen size ve meseleye cevap vermekten kaçınmak istemem! Lütfen oturunuz!
Yayınlarınız Türkiye Cumhuriyeti Diyanet İşleri Başkanlığı etrafında mı, yoksa belli başlı bir Başkan etrafında mı; şahıs üzerinde misiniz, dâva üzerinde mi?..
— İkisi de içice diyebiliriz.
— Herhangi bir şahsı tenkid, o şahsın işgal ettiği makamın liyakat şartlarına nispet edilerek yapılacak olursa makbul sayılabilir. Yoksa sadece şahıs plânından hareket ve o dar çerçevede kalmak, hem fikrî, hem ahlâkî bakımdan suç olur. Ben de böyle bir davranışı güzel bulamam!
— Bizim davranışımız asıl gaye ve dâva bakımından şimdiki Başkanın fikrî sapıklıklarını ve şahsî vasıflarını ele almakla başladı. Sonradan birdenbire parlayıveren bazı tepkiler yüzünden, gayemizin şahıs değil, şahısta tecelli edici dâva olduğunu ortaya koyacak imkanı bulamadık. Ve işte şimdi, gayemizin kaba şahıs plânından münezzeh ve mücerret esasını göstermek içindir ki, bu bahiste (otorite) kabul ettiğimiz üstadımızın kapısını çalıyoruz.
— Güzel!.. Şu var ki, siz Diyanet İşleri Başkanlığı makamının ne gibi ehliyet ve liyakat vasıfları istediği üzerinde bir ölçü sahibi olarak ve iddialarınızı o ölçüye vurarak ortaya atıyorsanız, bana her şeyden evvel dünkü ve bugünkü şartlarıyle o makam hakkındaki fikirlerimi sormalısınız.
— Buyurun!
— Bu makam, kurulduğu günden günümüze değin, insan vücudu üzerinde kalb ve beyin gibi en hayatî bir uzvun sökülüp, yerine plâstikten bir maddenin takılırcasına, vücuda karşı hazin bir teselli mahiyetinde bir muvazaa cihazından başka bir şey olamamıştır. Bir cendereden farkı olmayan böyle bir makam, ne üstün vasıflı bir din şahsiyetini kabul edebilir; ne de böyle bir şahsiyet bu makamı… Aradaki muvazaa ise, tıpkı insan kalbini ölü kalbiyle değiştirmeye kalkıp, vücudun onu kabul etmediğini gören şu şarlatan doktor misalinde olduğu gibi, hiçbir zaman kaynaşamaz, tutamaz! Bu yüzdendir ki, Diyanet İşleri makamının rejim tarafından matlup tipi ile, dince matlup tipi arasında asla bir (Concordance) uygunluk düşünülemez!
— Fakat böyle bir ölçü, gelip gidenler içinde bizim nispeten müsbet vasıflı şahsiyetler aramamıza mani teşkil eder mi?
— Etmez! Elbette ki o boğucu ve ezici cendere içinde, hiç değilse inlemeyi, ağlamayı, çırpınmayı bilen halis ve samimî tipler aramamız haktır. Böylelerinin elinden hiçbir şey gelmese bile, İslama karşı bütün idraksizliklere mümkün mertebe cephe alması, nefsinden ve dış baskılardan eza duyması, asla mes’ut ve razı görünmemesi ve bir gün ilahî bir darbeyle bazı perdelerin yırtılmasını beklemesi ve arkasından doğacak güneşi kollaması şarttır. O zaman ve bu şartlar içinde “Diyanet İşleri” makamını işgal, sonu kahramanlığa varabilecek bir katlanış olur; aksi halde dâva, “Diyanet İşleri”nden “Denaet İşleri”ne döner!
— Bu zamana kadar gelip geçenler arasında size “Denaet işleri” tabirinizi ifade edenler olmuş mudur?
[Üstad, yüzünün çizgileri öfkeyle düğümlü sesini yükseltti:]
— Hemen hepsi!.. Yalınız, bütçesinin Meclis’te müzakeresi sırasında ıstırabından kalbi çatlayıp ölen Aksekili Ahmet Hamdi Hoca; ve makamına oturur oturmaz istifadan gayri yol bulamayan Ömer Nasuhi müstesna, hepsi!..
— Geriye kalanların hepsi de mi menfilikte eşit seviyede?
— Güne uymak, güne ivaz vermek noktasından hepsi eşit… Yoksa ilim ve ahlâk bakımından birbirine nispetle farkları olabilir. Ama ne çıkar? Bunların halini şu iki İslamî düstur pek güzel belirtir: “Küfre rıza ayniyle küfürdür!” ve “Küfür tek bir millettir!”
— İstisna ettiklerinizi ve etmediklerinizi daha yakından belirtmek ister misiniz?
— Aksekili Ahmed Hamdi ile başlayalım!
Bahriye mektebinde hocamdı, ilk “Büyük Doğu”lar zamanında da “Diyanet İşleri”nde mühim bir makam işgal ettiği halde bana yazdığı mektuplarda “vur, vur, daha şiddetli daha tesirli vur!” hitabında bulunacak kadar asil ve mustarip bir ruh taşıyordu.
[Üstad birdenbire sözünü değiştirdi.]
— Beni basit bir fert dâvasında öyle bir geçide sürdünüz ki, şimdi sahifeler boyu konuşmak gerekiyor.
— Olsun üstad, olsun! Mevzuumuz ağaçta bir küçük yaprak bile olsa işi kökünden ele almanın kıymet ve haysiyeti başka!..
[Ve nazarları geçmiş günü aramanın buğusu içinde, mevzuu tekrar ele aldı üstad]
— Bundan 30 küsur yıl önceydi. İkinci Cumhurreisi İnönü’nün Taht’a çıkışının altıncı senesi ve İkinci Dünya Harbi’nin nihayet bulduğu demler… 1943’de çıkan ve basında Hiroşima’daki atom bombasına denk bir tesir yapan “Büyük Doğu” kapatılmış, Güzel Sanatlar Akademisi Yüksek Mimarî Şube’sindeki hocalığım elimden alınmış ve askere çağrılarak Eğridir Dağları’na sürülmüştüm. Sebep, sadece şu mealde bir hadîs neşretmiş olmamdı: “ALLAH’A İTAAT ETMEYENE İTAAT OLUNMAZ!” Devrin Maarif Vekili Hasan Ali Yücel bana, makamında şu sözü söylemişti: “Bu hadîsi neşretmekle bize itaat edilmez demek istiyorsun!” Şaşırmıştım! Bu adam, Allah’a itaat etmediğini itiraf ediyor; böylece hem Allah’a inandığını hem de ona itaat etmediğini bir araya getirmek gibi bir safsataya düşüyordu. Devrin Başbakanı imzasıyla hem “Büyük Doğu” ya, hem de bütün dergi ve gazetelere şu tamim gelmişti: “Allah ve ahlâktan bahsetmek yasaktır!” Profesörler meclisinde bu tamimi gören bir Fransız profesör, bize “Tarih boyunca hiçbir rejim bu kadar alçalmamıştır!” demişti. Evet; hocalıktan koğulduk, zindan yerine askere alındık ve ciğerimiz bir gözyaşı süngeri, eski hocamız Ahmed Hamdi Akseki’yi, hazır Ankara’ya gelmişken ziyaret edelim, dedik. O zamanlar Diyanet İşleri, Ulus tarafında, Bankalar Caddesi’nde, refahlı bir aileye bile yetmeyecek, kümese benzer bir apartman dairesindedir; Aksekili Hoca da Türkiye Cumhuriyeti Diyanet İşleri Başkanlığı, Başkan Yardımcısıdır. Başkan da Şerafettin Yaltkaya adında, gerçek bir din adamına ait her vasfın dışında biri… Onunla ilk temas vaziyetimi biraz sonra anlatacağım. Aksekili, eski talebesini kollarını açarak iştiyakla karşıladı ve bana saatlerce dert yandı. Birden o kadar fenalaştım ki, kendisine edep dışı bir laf ettim: “Hocam, sen bu makamda oturacağın yerde sırtına bir küfe alıp kanalizasyondan necaset taşısan daha hafif olmaz mı?” Aksekili’nin benzi o türlü attı ki, bir ân, arkasındaki beyaz kireç badanalı duvardan çehresini ayıramadım. Ve işte, dünyada ve âhirette seve seve şahitliğini edeceğim şu sözüne muhatap oldum: “Hakkın var Necip Fazıl, ne yapayım ki, ben burada daha fazla kötülüğe mâni olmak için oturuyorum!” O zaman ürperdim ve kendisine “İhlas ve ıstırap dereceni Allah’a havale ediyorum! Eğer böyleyse ecrin, bu işlere uzak kalmaktan çok daha büyüktür!” dedim. Bu misale karşılık, bir de şimdikinin selefi tarafından, hem de şartların bu kadar yumuşamasına rağmen, sırf o makamda kalmayı sağlamak için söylenen şu söze bakın: “Biz sesimizi Cumhuriyet devrinde bulduk!..” Aksekili Hoca, o zamanki başkanın, Kur’an tercümesini, Maarifçe basılan Fransız klasikleri arasında yayınlatmak için ne gayretler sarfettiğini ve bana ne türlü çırpınışlarla engel olduğunu anlattı; ve nazarımda tamamiyle temize çıktı. Diyanet İşleri Reisi olunca da şu müstesna ıstırap tavrı içinde bana dert yandı: “Ne yapayım?” Ona dedim ki: “Kaçamazsın!.. Artık düşün, bu rejimde işlerin ne hâle getirildiğini ve hangi şekil sana uygun düşerse ona göre davran!” Çok geçmedi, bizzat Başkanlık makamına geçmekle her türlü yıldırımı üzerine çekici meşguliyet mihrakına yerleşen bu gerçekten mü’min insan kül olup gitti.
— Ya ondan sonrakiler?
— Evvelkilere bakalım. Onun yardımcılığı zamanındaki Başkan, Kur’an’ın tercüme edilebileceğini ve “Türkçe Kur’an” olabileceğini zanneden biriydi. Yakın dostu Hasan Ali Yücel’le aynı çatı altında oturuyor ve “Türkçe Kur’an” dediği felaketli nesneyi kanunla ibadet dili olarak kabul ettirip, cami imamlarına resmen okutmak gibi, şeytana taş çıkartacak bir küfür yolu açmağa çalışıyordu. Bunlar; Maarif Vekili ve “Diyanet İşleri” Başkanı sık sık sultanları İnönü’ye gidip, onu ikna etmeye bakıyorlardı. Maarif Vekili, köşkün yukarı katında yanık sesiyle İnönü’nün dünyadan habersiz, masum annesine Kur’an okurken, öbürü alt katta o İnönü’yü “Türkçe Kur’an” ve Türkçe resmî ibadet dili mevzuunda kandırmaya çabalamakta… Bir gün Hasan Ali’nin evinde ona rastladım ve damdan düşercesine dedim ki; “Yeni marifetinizi haber aldım! Bütün basın bu havadisle çalkalanıyor! Devleti bir kamyon farzederseniz, ben de bir pilicim. Fakat eğer böyle bir şey olursa kendimi o kamyonun tekerleği altına atacağımdan ve sesimi bütün yurda duyuracağımdan şüpheniz olmasın!” Tesirim ne çapta oldu bilmem, fakat lânetli plânlarını, İnönü gibi bir İslâm düşmanına bile kabul ettiremediler ve teşebbüsleri başarısız kaldı. İşte bu misâl de, size biricik müsbetine karşı en büyük bir menfinin portresi!.. Geriye kalanları hiç değilse makamlarından mes’ut ve günlerinden razı tavizciler olarak bu misaldeki tipin arkasında ve önünde sıralayabilirsiniz! Hüküm şudur ki, en zâlim şekavet devrinde bile, hususi mahiyette olsa da bir dostuna “ben bu makamda daha fazla kötülüğe mâni olmak için oturuyorum!” diyebilen Aksekili Hoca vicdanında ve samimilik çapında, hele ondan sonraki sulanma ve yumuşama şartlarına rağmen tek mi tek fert gelmemiştir!
[Sigarasının buram buram dumanları içinde kıvrım kıvrım fikir halkalayan üstad şöyle devam etti:]
1960 ihtilâlinden sonra Diyanet İşleri’nin durumu, binbir çelişki panayırı Demokrat Parti devrinde bulur gibi olduğu, fakat asla kullanamadığı iş ve söz hakkını birdenbire kısıtlayıcı bir kasatura ucunda oturmak gibi birşey oldu. Bu vaziyet, ihtilâlciler tarafından zorlanmamış olsa bile, ihtilâlin mânâsına göre, Diyanet İşleri, kendisini bu hâle zorlanmış hissetti, olduğu yerde büzülüp kaldı ve 37 yıllık muvazaacılığını daha da cömertleştirdi ve hâki üniforma karşısında belini daha da büktü. Bu arada, makamı kabul edip de dine bağlılığını göstermek ve o ezici yük altında daha fazla kötülüklere mâni olmaya çalışmak gibi kahramanca bir tavır bakımından değil de, gerçek bir din bağlısının bu makamı kabul edemeyeceği noktasından takdir ettiğim tek adam Ömer Nasuhi bilmen oldu. Teklifi aldığı gün otomobilde yanyana gidiyorduk. Ona “Kabul edecek misiniz; edemezsiniz! İçeriden bir fetih yapamayacağınıza, buna kendi öz şartlarınız ve dış şartlar müsait olmadığına göre, kendinizi ancak ayakta kalarak koruyabilirsiniz!” dedim. Cevap vermedi: koltuğuna oturduktan pek kısa bir zaman sonra sanki yaylardan tam 6 tane ok fırlamış da ciğerlerine kadar ulaşmış gibi istifasını bastı. Arada yine biri, bağlı olduğu Bakan’ın kendisini hükümete tâbilik bakımından bir kadostro memuru derecesinde gösterilmesine rağmen gerekli tavrı takınamadı. Sonradan bir partinin, güya müslümanları elde etmek için mebus listesine aldığı bu zatı, bir uçak yolculuğunda, lenger şeklindeki fötr şapkası başında, süklüm püklüm gördüğüm zaman Diyanet İşlerine ne menem tiplerin uygun görüldüğü bakımından ibretle sarsıldım. İhtilâl dedikleri 1960 hareketinden bugüne değin gelenler, evvelkiler de aynı hizada, umumiyetle korkak, ödlek, bilgisiz ve samimiyetsiz, sadece ahiretini satmakta fedakâr ve mukaddes şeriati tepelemekte yiğit, son örnekleriyle de dine ihanetlerini güya modern anlayışlar ve yeni içtihatlarla örtmeye kalkışan ihlâs ve idrak yoksunları…
— Üstad; dâvayı tâ köklerine ve merkezî tatbikat makamı etrafındaki kollarına kadar götürüyor ve memleketimizde alışılmamış çapta bir (sentez) kuruyorsunuz. Bu bakımdan, Demokrat Parti tarafından başlatılan din öğretimi ve bu sahadan yetişenlerin Diyanet işleri çerçevesindeki rollerini de ele almak ister misiniz?
— İstesem de, istemesem de buna mecburum. Her halde muradınız İmam Hatip Okulları, Yüksek İslâm Enstitüleri ve İlahiyat Fakültesi… Bunların meydana gelişleri hakkında da bir hatıramı anlatayım. Demokrat Parti iktidarının başlarında rahmetli Tevfik İleri Maarif Vekili iken, henüz başlayan dostluğumuzun samimi havası içinde kendisiyle İmam – Hatip Okulları mevzuunu konuşmuştuk. Bu müessese, kendisine yeni bir yön vermeye bakan ve güya din baskısını hafifletmeyi düşünen “Halk Partisi”nin bir tasavvuru halinde plânlanmış ve kuruluşu Demokrat Parti’ye kalmıştı. Onlar da işte bu mesele üzerindeydiler; fakat içlerindeki iki zıt tepe (Adnan Menderes ve Celâl Bayar tepeleri) yüzünden ne yapacaklarını bilemez haldeydiler. Tevfik İleri’ye demiştim ki: “Böyle_ bir teşebbüsü gerçek bir köke bağlamak şartıyla ne kadar_benimseyeceğimi takdir edersiniz! Fakat büyük bir tehlike görüyorum! Bu mekteplerin kurumasından daha büyük ve daha feci bir tehlike!.. Istermisiniz bu mekteplerde sapık bir öğretim ile şeriat tahrife uğratılsın ve (işte İslam budur!) gibilerden yahudivâri ihanet plânı tatbik edilsin?” Mektepler açıldığında asıl amaçları tatbik edilemedî; ve Allah Resulünün yanlış ve eksik öğretildiği ve bu öğrenciler İslam’la kaynaşmaz unsurlarla beslenmeye kalkışıldığı bir anda bile bir nur fışkırdı ve hortum hükümetin elinde patladı. Yani din öğrenimi ihtiyacına küçücük bir taviz vermeye razı olmuş görünenler, sonradan başlarına neler gelebileceğini çaktılar ve bildiğiniz gibi, bu müesseseleri kösteklemek, hattâ kapatmak için ellerinden geleni yaptılar… Fakat din tahrifçiliğini yapamadıkları gibi, bunda da muvaffak olamadılar. Yüksek islâm Enstitülerini de, İmam-Hatip Okullarının nasibi içinde görebiliriz. Onlar da devletçe murakabesiz, isteksiz, başıboş, hem gerçek din, hem de itikat bozgunculuğuna açık şekilde ve içice, bir takım kimi sağlam, kimi yarımyamalak, kimi de sapık öğretmenler elinde bunların vasıflarına eş tipler yetiştirmekte devam ettiler… İlahiyat Fakültesi ise, adından kürsülerine kadar İslâm’dan başka her şeye hizmet edici, ve hiçbir gaye belirtmeyici her kürsü sahibinin elinde başka başka istikametlere çekici bir yamalı bohça oldu; ve bilhassa günümüzün “altı kaval, üstü şişhane” aklınca müctehid ve zannınca gerçekçi, iman, vecd ve aşkından yoksun hokkabazlarına fidelik teşkil etti. Bugünkü Diyanet İşleri cihazının bazı idarecilerini bu ölçüye vurabilirsiniz! (Teoloji) adı altında, insanlığın madde ötesi inançlarını, vecdsiz ve bağlantısız kuru akıl laboratuvarlarında tahlile kalkma işi ve işçileri…
[Üstadın bu kadar sert ve keskin çizgilerle billurlaştırdığı manzara karşısında, ayrıca sualler yönelterek kendisini ana mevzu ve hedefimize davet ihtiyacını duymaksızın hayran hayran dinlerken, söz, bilhassa kolladığım noktaya geliverdi.]
— Şimdikine gelince… Bu zatı, şahsen belirttiği kıymet ve ehemmiyete göre değil de başından beri çizdiğim panoramanın son demlerde İlahiyat Fakültesi mezunları içinden türemeye başlamış, kuru akılcı (standard) bir modeli diye ele almak lâzımdır. Yoksa, şahsiyle bu kişi, ayrıca ele alınmaya değer bir kimse olmak itibarından uzaktır. Konuşmamızdan önce bana gönderdiğiniz eserleri okuyabildim diyemesem de, karıştırabildim diyebilirim, bunlar lise 1, 2 ve 3’de okutulan “Din Bilgisi” ile, “Hac Rehberi” ve “Niyazî-i Mısrî’ye ait kitaplar… Bu 5 eserde müşterek vasıf olarak gördüğüm 5 türlü biberli, acılı yemeğin ortak vasıfları halinde, lâubalilik, hafiflik, hürmetsizlik, bilgisizlik ve anlayışsızlık… Ve bunlardan herbiri, daha aklın ne demek olduğunu düşünmemiş ve bu mevzuda İmam-ı Gazalî’den (Bergson) a dünya tefekkürüyle temas kuramamış bir ukalâ şımarıklığı hissini verici ve dinî vecd ve hürmetten zerrece nasibi olmayan karalamalar… Üstelik, güzelim Türkçe adına uydurukçaların en yakası açılmamışlariyle kaleme alınmış… Böyle bir ağız kullanan bir Diyanet işleri Reisini tasavvur etmek, din kültürünün temel lisanı malum olduğuna ve Türk dili de bu lisanla beslenmiş bulunduğuna göre bülbülün karga ağzını taklide yeltenmesi, daha doğrusu karganın bülbül rolüne çıkması kadar abestir. Ne gariptir ki, böyle bir abes, sadece bir modelcik diye ele aldığımız bu kişide gerçekleşmiştir. Sadece bu ölçüyle bu adamın rejime verdiği ta’viz, güya nağmesini mahfuz tutup da kemanını atmaya ve yerine kaynana zırıltısına eş bir düdük öttürmeye benzer ki, gaye, o nağmeye ihanetten gayri hiçbir suretle yorumlanamaz. Bu kişi, yalnız kullandığı dil noktasından îlâhi nağmeyi bozucu bir yoldadır ki, esasen o ilâhi nağmeyi unutturmak için icad ettikleri uydurukçayı nasıl olup da gayesine ters istikamete sürdüğü akıl çatlatıcıdır. Buna sade İslâmiyet değil, bizzat uydurukça razı değildir. Bu haliyle bu kişi, ancak “6 Ok” iktidarının Diyanet veya İhanet İşleri Reisliğine denk düşebilir.
— İşte siz de onu bu halinden ötürü şahsiyle kötülüyorsunuz ya!..
— Hayır! Gazeteniz onu, bu ve başka taraflarını gereği gibi elemeden sırf âdi şahıs plânında ele aldı ve ermeni soyundan gelmiş olmakla suçladı. Bu doğru bir hareket değildir! Asıl onun ruhî ve fikrî hüviyetini lif lif inceledikten sonradır ki, “İşte bu adamın geldiği soyda budur!” demek lâzımdır. Hattâ daha asîl, vakur ve hasbî olmak için ermeniliğini hiç ortaya atmayabilirdiniz de… Bu adamdaki fikrî karakter zaafına bakın ki bu ithamınız üzerine ne yapacağını bilmez bir telâşa düştü ve bin dereden su getirmeye kalkarak ermeni olmadığını isbata davrandı. Halbuki şöyle karşılık verebilirdi: “Ben o kadar Türküm ki bunu isbata çalışmanın bile aslımdan şüphe mânâsına geleceğine kaniim! İsbata tenezzül etmiyor ve herşeyden evvel bütün vicdanım, gönlüm ve aşkımla müslüman olduğumu öne sürüyorum! İster ermeni, ister Türk, ister kıptî olayım; var mı bu iddiama, müslümanlığıma söz bulabilecek olan?..” Eğer böyle diyebilseydi, onun sahici bir müslüman olmadığı ispat edilmedikçe suçlandırılmasına imkân düşünülebilir miydi?
— Başta söylemiştim; size bu dâvanın asıl ruh ve fikir tarafını aydınlatmanız ve böylece iddiamıza gerekli desteği lütfetmeniz için baş vurduk!
— Olabilir… Ben dâvanın (taktik) ve ahlâk inceliğini peşinen kaydedeyim de sonra esasa geçeyim: Bu zatın, gönderdiğiniz kitaplar ve kullandığı Ecevitçeden, hususiyle Diyanet İşleri Reisi ağzına uygunsuzluk olarak o kadar istikrah duydum ve onu ancak modern züppelerin takınabileceği öylesine bir hürmetsizlik edası içinde buldum ki, aziz mânâlara ihanetini “bedahet” çapında bir “malum” kabul ettim. Ve “Din Bilgisi” kitabındaki ancak (Duzi) ve (Kaytono) gibi gâvur müsteşriklerine yaraşır bu saygısızlık tavrından sonra kitaplarını tek tek ve satır satır incelemek cehdine yanaşamadım.
— Bu zatın iki kafadarıyla birlikte yazdığı eserden okuyorum:
“Lise 1 — Din Bilgisi” kitabının sayfa 38 – satır 9-14 kısmında: “Görüldüğü gibi meleklerin vazifeleri, yapılması imkânsız olan şeyler değildir. Binlerce insan ve hayvanı bir anda havaya savuran tayfunlar, ağaçları yerinden söken rüzgârlar, koskoca transatlantikleri dehşete salan korkunç dalgalar şuursuz tabiat kuvvetlerinin bile nelere güç yetirdiğini göstermektedir. Bunları bilip dururken meleklerin yaptıkları bildirilen işleri gözde büyütmenin bir anlamı yoktur.”
Ne buyrulur?
— O üç esere hâkim lâubalilik, sathilik, tekerlemecilik, yabancılık ve uzaktan görüş karşısında irkildim ve doğrudan doğruya cehalet ve dalâlet belirten bu satırları görmedim. Bildirdiğiniz gibiyse, “melek diye ayrıca bir mevcut yoktur: Onlara inanmak saçmalıktır; her şey tabiat kuvvetlerinden ibarettir!” mânâsına çekilebilir ki, bu da en ahmak soyundan küfrün ta kendisi olur.
— Bu hususta ayrıca vesikalar takdim edeceğiz. O zaman bu zatın “melek” telâkkisi ortaya çıkacak…
— Görelim; ve her tarafa çekilebilecek gevelemelerin içyüzüne inelim! Muhakkak bu adam “meleklerin gücünü gözde büyütmeyin!” derken “bu işi tabiî görün” demekle “hiçbir güçleri yoktur! demek arası sinsi bir ağız kullanıyor ki, olanca felâketi işte bu ağızdan geliyor. Ruhiyat ilminde “ne söyledi”den ziyade “nasıl söyledi?” ölçüsü mühimdir.
— Bu hürmetsiz tavrı misal halinde göstermenizi istirham edebilir miyim?
— Kâinatın Efendisi’nin mukaddes ismini hiçbir hürmet vasfına bağlamadan kullanması… Allah’ın Kur’an’da bile nida edasiyle kullanmaktan haya ettiği bir hâs ismi en küçük haşyet tasası çekmeden ağzına ve kalemine yakıştırabilmesi ve bu edayı hele lise kitaplarında toy ruhları terbiye makamında takınmaktan utanmaması… Göze küçük gibi görünen, fakat büyüklerin büyüğü böyle bir edep hatasından sonra bu adamın her mevzu ve her noktada ne gibi yanlışlık ve sapıklıklara düşeceği bu işin ruhiyatını bilenlerce kestirilebilir.
[Gerçekten göze küçük görünen böyle bir tesbitten bu kadar sinirlenen Üstad-‘a, Diyanet işleri Başkanı’nın diyanetle tam alâkasız iç cephesini göstermenin vakti gelmişti.]
— Size onun içyüzünü göstermek için öyle vesikalar getirdim ki bir bakışta her şeyi görüp anlayacaksınız!
— Neymiş onlar?
— ilahiyat Fakültesi Dergisinde çıkmış yazıları…
— Görelim!
— Buyurunuz!
[Ve Üstad’ın masasına (foto-kopi)leri serdim. İlk bakışta sözü şu oldu:]
— Dehşet!.. Doğrudan doğruya küfür!!! Gözlerime inanamıyorum! Hele Millî Selamet Partisi’nin din ölçülerinden anlar güdücülerince getirilmiş bir Diyanet İşleri Başkanı’nın kaleminden beterin beteri hükümler nasıl çıkabildiğini asla anlayamıyorum! Bu paragrafları bir de siz, hem de yüksek sesle okuyun da bakalım kulaklarıma inanabilecek miyim?
[“Büyük Doğu – b.d. Yayınları”-idare yerinden en mümtaz gençlerle çevrili Ustada aşağıdaki satırları kelime kelime okudum:]
“— Burada bulutları sevk eden melek, basınç değişikliği ile meydana gelen rüzgârdan başka birşey değildir. Bir hadise göre de sesleri kulaktan kulağa nakleden bir melektir. Şüphesiz bu melek de seslerimizi titreşimiyle etrafa yayan atmosferdir. Demek ki tabiat kuvvetleri de melek olmaktadır. Zira melekler Allah’a isyan edemeyen, yani hür irade yeteneğinden yoksun, emredildiği şeyi yapan güçlü varlıklar dır. Tabi-‘at kuvvetleri de aynı niteliğe sahip değil midir? “Ateş yakar, ısıtır, su akar, sular; rüzgâr eser, yağmurun yağması için bulutları nakleder, gerektiğinde fırtına olur, tahribeder; normal esintisiyle bitkileri aşılar.
… İşte Adem’e secde eden melekler, irade yeteneğini, akıl gücünü kazanan insana boyun eğen tabiat kuvvetleridir. İnsan akıl gücünü kazanınca tabiat kuvvetlerini emri altına almış, onlardan yararlanmasını, onların korkunç etkilerini önlemesini bilmiştir.”
— Dehşet ki, dehşet!.. Bu adam hem meleklere itikadı elden bırakmıyor, hem de onları tabiat kuvvetlerinin aynı ve ta kendisi kabul ederek maddeleştiriyor, şuursuzlaştırıyor, iradeden mahrum cemadlar olarak görüyor, Küfrün böylesine hiç rastlanmamıştır. Melek, Allah’ın izniyle maddeyi tasarruf ve bazı tabiat hâdiselerini idare kudretine malik olmakla, rüzgâr, ışık, şimşek gibi bizzat o hâdise ve keyfiyetlerin kendisi sayılabilir mi hiç? Melek, akılsız bir cemad değil, “Nefs” afetinden “masun” ve “mahfuz” nuranî bir yaratıktır ve tasarruf ettiği maddeden münezzeh ve mücerrettir. Miraçta Allah’ın Resulünü aklın sınır noktası olan “Sidretül – Münteha”ya kadar götürüp “buradan ilerisine akıl geçmez!” diyen nihaî akıl temsilcisi Cebrail’i de mi bilmiyor bu adam; güya Diyanet İşleri Reisi bu adam?.. Okumakta devam ediniz!..
“— Faizin kalkması ferdin işi değil, toplumun işidir. Her muamelesinin faizle işlediği bir toplumda yaşayan fert de ister istemez faize bulaşır. Onun korunmak için bankalara yatırdığı paradan banka yüzde elli, yüzde yüz kazanırken kendisinin aldığı yüzde üçlü faiz, aslında parasının süre içinde uğradığı değer kaybını bile karşılamaz. Zarurete binaen o da parasının faizini alır, ama içi tutmuyor, takvası müsaade etmiyorsa faiz olarak aldıklarını fukaraya, hayır kurumlarına verir.
Fakat tamamen zenginlerin kâr gayesiyle kurdukları bankalara yatırılan paranın, değer kaybını almak haram olmasa gerektir. Çünkü o şirketler muhtaç değildir ki onlara borç verilsin. Onlar da zaten bu parayı borç olarak almıyorlar. Onların gayesi mevduatı toplayıp yatırım yapmak, yüksek oranlarda kârlar sağlamaktır. O halde onların kazanmasına katkısı olanlar da hiç değilse paralarının değer kaybını almalıdırlar. ”
[Bu satırları sabırsızlıkla’ dinleyen Üstad, yerinden zıplarcasına doğruldu ve parladı]
— Deminki, İslâm’ın madde ötesi itikatlarına tam aykırılık halinde küfür… Bu da yeryüzü muamelesine ait bir kanunun, hem mahiyet olarak bilinmemesi, hem de küçümseyici bir eda içinde tatbik imkânından mahrum sayılması bakımından küfür çapında bir dalâlet… Bugün komünistlerin bile iktisadî adalet bakımından hayranlıklarını saklamadıkları ve (hipertrofı) yani ur haline gelmiş sermayenin sömürü zulmü diye nitelendirdikleri faizi, bir toplum dâvası olmaktan çıkarıp “İsteyen zarurî olarak alır, verir; istemeyen de ittika kabilinden faize yanaşır!” diye bağırmaktan farksızdır. Bu adamın suratına şu hadîs mealini çarpınız: “Faizin en hafif şekli, anasiyle Kabe duvarı dibinde zina etmekten beterdir!”
— Üstad; görüyorsunuz ki, bu adam, nikapları düşürüldükçe korkunç bir çehre, feci bir mâna hüviyeti olarak çıkıyor karşımıza…
— Keşke bu mâna hüviyetine ermeni demeseydiniz de “Türklük taslayan bir gerçek Türk ve İslâm düşmanı” tabirini yakıştırsaydınız! Elinizde bu kadar sermaye varken alışverişiniz ne sizin, ermenilik gibi, kanalizasyona düşmüş bir elbisede küçük bir toz zerresinden ibaret kalan bir şeyle?..
— Taktikte hatalı başlamış olsak bile sonunu doğru bitirdiğimize kaniiz. Hem, din ölçülerimize bu kadar aykırı bir ruhun, bir Türk’te barınamayacağı noktasından da haklı görülebiliriz. Şimdi bakın, bu kişinin (Darvin) nazariy’esince insanı maymundan gelme farzedici sapık görüş karşısındaki, ondan daha sapık tavrına!
“… Nihayet evrim insan sınıfına yaklaşmıştır. Hayvanlık mertebesinin başında maymunlar ve benzeri hayvanlar vardır.
Bunlarla insan arasında azıcık bir mesafe kalmıştır. Burası atlanınca insan olur. Bu noktaya gelince nefsin boyu düzelir, azıcık ayırım gücü, bilgi kazanma yeteneği hasıl olur. Dünyanın uzak kutup bölgelerinde yaşayan bu ilkel insanlarla hayvan arasında büyük fark yoktur. Bunlardan hikmet sâdır olmaz, komşu milletlerden de bilgi öğrenmezler. Bu yüzden halleri bozuk, yararları azdır. Daha da evrimleşen orta kuşaktaki insanlar, işte gördüğün bu zekâ, bilgi ve maharet düzeyine gelmişlerdir. ”
Evrim teorisinin kurucusu sayılan Darvin (1809 -1882) den çok önce Erzurumlu İbrahim Hakkı (1703 – 1772), müslümanların geliştirdiği bu evrim tezini ünlü Marifetnâmesinde özetlemiştir. Vahdet-i vücud sistemini bilgilerine temel yapan mutasavvıf filozofların görüşüne göre varlık, Hakk’ın isim ve sıfatlarınnın inişinden ve evrimleşerek insan-ı kâmil mertebesine dönüp tekrar Hakk’a yükselişinden ibarettir. Bu esasa bağlı kalarak evrimi izah eden ibrahim Hakkı da özetle der ki:
“Varın yok olması, yokun var olması mümkün değildir. Var daima var, yok daima yoktur. Fakat var, bir mertebeden, diğer mertebeye, bir halden diğer hale geçebilir. Allah’ın emriyle felekler ve yıldızlar hareket edip dört unsur istihale ile birbirine karışmış, unsurların izdivacından önce madenler, ondan bitkiler, ondan hayvanlar vücuda gelmiş ve hayvan kemalini bulunca insan meydana gelmiştir. Madenlerle bitkiler arasında ara varlığı mercandır; bitkilerle hayvanlar arasında ara varlığı hurmadır; hayvanlarla insanlar arasında ara varlığı maymundur. Zira cümle azası, kıl ve kuyruktan başka içi dışı insana benzer. Mevcut aracıların hikmeti şudur ki her biri kendi mertebesinin aşağısından en yükseğine vasıl olup varlıklar mertebesi bir düzene sıralanıp insan mertebesinde son bulur. Gaye, devr-ü zamanın tetimmesi, cihanın özü olan insanın meydana gelmesidir.”
“İşte bu mertebe ahlaken yükselip Tanrı huylarıyla vasıflanan kişi, ma’rifet kemaline erip külli akla kavuşmuş ve bu mertebede varlık dairesi birleşip tamamlanmıştır. Onun iptidası aklı evvel, sonu da insanı kâmildir.”
— Gerçekten ondan daha sapık ve sefil… Bir de utanmadan büyük Türk mutasavvıfı İbrahim Hakkı Hazretlerini iddiasına şahit göstermeye kalkıyor. İbrahim Hakkı’nin tekâmül fikriyatı, şeriate tam uygun olarak her maddenin kendi cins sınırları içinde, asla öbür sınıra geçmeksizin, sadece yaklaşıcı bir mahiyet halindedir. Meselâ cemad’da son had mercandır. Nebata o kadar yaklaşmıştır ki, tıpkı onun gibi kök atar. Nebatta son had ise hurma… Hayvanvâri, dişisi üzerine abanırcasına tohum ilkahını yerine getirir. Hayvanda da at… Maymun değil, at… İnsan gibi rüya görür. İnsandaysa had yoktur. Allah’a erme yolunda sonsuz tekâmül, her cinsin öbür cinse doğru kendi içinde ve asla öbür sınıra atlayamaması suretiyledir. İnsan ise Allah’ı bulmanın müstakil yapısı ve tamamiyle (orijinal) yani asliyet bünyesi içinde… Onu hayvanlardan geliyor kabul etmek, mutlaka halkedilmiş olmaya muhtaç ve ulvi sırrı hâmil fevkalâdeliğini inkâra varır ki, bu da Allah’ı inkârdan farksız olur.
[Bu muazzam izah karşısında öylesine vecde düştüm ki, şöyle haykırmaktan kendimi alamadım:]
— Üstelik bu adam (Darvin)i de aşarak, insanın maymundan geldiğini değil de, maymunun insandan geldiğini doğrulamaya kadar gidiyor.
— Maymunun insandan geldiği iddiasında bu adam şöyle bir vesika gösterebilir: “Bana bakın da insandan neler gelebileceği üzerinde ibretle düşünün; ve artık maymunu da insandan gelmiş kabul edin!”
[Ustad’ın her türlü ispattan daha kuvvetli bu (espri) si üzerine Büyük Doğu’cu gençler kahkahalarını tutamaz oldular. Üstad’da ise yalınız acı bir gülümseme…
Satırları okuduğum zaman Ustad’ın dudaklarından şu kelimeler döküldü:] — Küfür!… Yine küfür!… Ve küfür!…
[Sonra dalgın dalgın konuşmaya başladı:]
— Bu adam kadar meçhule hürmetsiz, insandaki idrak çilesine yabancı, sanki kâinatı iki koluyla kuşatmış gibi nefsinden emin hiç bir kimseye rastlamadım. Eğer taktığı sarığın şuur ve hassasiyeti olsaydı, altındaki kafaya bakıp o türlü ağlardı ki, geceleri onu kuvvetle sıkıp kurutmak icap ederdi. Okuduğunuz şu iki parçanın özü şudur ki, bu adam ilâhi esrar âlemine bir tahlil laboratuarına girercesine dalmakta, bir takım imbiklerden bir takım sıvılar alıp bir takım tüplerde kaynatmakta, sonra elde ettiği renkleri kendi akıl lâmbasına göstererek incelemekte ve kâinat esrarını keşfetmiş ve sır merkezini bulmuş bir tavır içinde ve hiç bir nefs şüphesine düşmeden küstâhane fikir yürütmektedir. Hem de fikir laboratuarının doktoru değil de, ancak (laborant)i seviyesinde… Eğer “Kehf süresindeki “ben sema, yer ve insanın yaradılışına sizi şahit tutmadım!” mealindeki âyeti görmüş olsaydı bilmem, İlâhi esrara bu türlü burnunu sokmaktan ürker miydi?.. Allah’la — hâşâ — masa başında konuşmuş gibi, bu türlü vecd ve haşyet yoksunu laflar deli cesaretine ermiş katmerli bir cehalet ve hamakatten başka bir kaynaktan gelmez! (8) numaralı paragrafta doğum kontrolünü teşvik ve insan üremesini tevkif edici görüşler, dayandığı dinî ölçüler tamamen yanlış olarak dâvayı göz bağcılığına getirmeye çalışmaktan başka birşey belirtmez. İslâmiyette ve muayyen şartlar altında cevaz verilen “azil” keyfiyeti bazı hallerde ve bazı fertlere tanınmış bir hak olup, içtimaî mânâda nüfus kısıtlamasına asla müsaade mânâsına gelemez! Şimdiye kadar önüme serdiğiniz 8 adet vesika bu adamın, iman, meçhule saygı, anlatılamaz ve anlaşılamaz olana karşı korku, ilim, irfan ve zekâ adına zerre miktarınca nasibi olmadığını göstermeye yeter…
— 9. vesikayı da size ben vereyim! Sivas Konferansımda gayet emin şahıslardan aldığım bu bilgi ise Süleyman Ateş Efendi’nin ebedî ateşlik encamını belirtmeye kâfidir:
Sivas vaizlerinden gerçek bir din bağlısı bir arkadaşlarının şeriatten bahsettiği isnadiyle başka yere naklini durdurmak için kendisine başvuran bir heyete verdiği cevap: “Ben şeriatten bahseden bir vaizin naklini durdurmak şöyle dursun, onu diyanet dairesinden büsbütün dışarıya atarım! Biz lâik Cumhuriyet kanunlarına bağlıyız!”
[Türkiye’nin iftihar medarı ve mukaddesatçı yeni Türk gençliğinin gözbebeği Necip Fazıl Kısakürek, hangi mesele etrafında olursa olsun, bu zamana değin hiçbir röportajda görülmemiş tahlil ve terkip gücüyle beni öyle büyülemişti ki, konuşmamızın hiç bitmemesini, günlerce sürmesini ister olmuştum.]
— Bu kadar mı, Üstad?
— O kadarı bu kadarı var mı? Zaman ve mekân boyunca konuşulabilecek bir bahis bu… Şahıs tarafiyle hepsi bu kadar…
[Sonra elimdeki (fotokopi)lere bakarak:]
— Ne o, dedi; orada kocaman bir daire şeklinde, sihirbaz yuvarlağına benzer bir şey görüyorum?.. Neymiş o?..
— Bir şema…
— Tepesinde ne yazılı?
— Aynen şu: “Kur’an-ı Kerîm’e göre evrim teorisi”…
— Al sana bir rezalet daha!.. Hiç Kur’an hükümlerine (teori – nazariye) sıfatı yakıştırılabilir mi?.. Bu bir felsefe, yani başıboş bir düşünce tâbiri ve sağlam veya çürük ve daima yalanlanması mümkün görüşlere verilen ad… Bu cümleyi kullanan bir Diyanet İşleri Başkanında, Kur’an ile herhangi bir kitabı, vahy ile felsefeyi ayırd edici ölçü yok demektir. Olmayınca da “Diyanet İşleri” cinayet işleri olmaz da ne olur?
— Yerden göğe haklısınız!
— Bırakın, bırakın bu adamları!.. Bu bahsi kapayalım ve dâvayı tamamiyle mücerret plâna intikal ettirelim… Bu plânda söyleyebileceklerimi de kaydedin ve işi burada noktalayalım…
[Üstad’ın alnında, gittikçe derinleşen fikir kırışıkları… Kelimelerini hece hece belirtiyor:]
— Diyanet İşleri’ne bakan Bakan, Millî Selâmet Partisi’ndendir ve Diyanet İşleri’ne, dört başı mâmur birini getirmek şöyle dursun, bir başı mâmur bir insanı getirmekten bile âcizdir. Bu acz içinde onun belki mazur olduğu ve olmadığı noktalar vardır. Şimdikinden önceki Başkanın yerinden atılması için hem şahsî teşebbüs hem de yazı olarak elimden geleni yaptım ve muvaffak oldum. Yerine şimdiki geldi. Haydi; biraz ümide düşelim, dedim. Hakkında hiçbir bilgim yoktu. Bir zamanlar alâkalı Devlet Bakanı hastayken ziyaretine gittiğim zaman, yanında, Diyanet İşleri Başkanlığı’na namzet gösterdikleri bir gence rastlamıştım. Bu gencin hâl ve tavrını beğenmiştim. Başkanlığa o geldi sanıyordum. Meğer Nasreddin Hoca’nın fil hikâyesindeki dişi fil gelmiş! Sırtına Şeyhülislâm cübbesi renk ve biçiminde bir setre geçiren ve kallâvi sarığiyle toplantılara, (kokteyllere, müsamere ve törenlere katılmakta mahzur görmeyen, böylece rejime karşı kırık kalpli olmadığını ilân eden selefine eş olarak şimdiki de her yerde boy göstermeye başladı. Günün şartlarına göre mutlaka kalbi kırık ve köşesine mıhlı olması gereken bir Diyanet İşleri Başkanı’nın bu edası karşısında üzüldüm ve Devlet Bakanı hesabına acındım. O, her haliyle (1) numaralı rejim tavizcisi olduğunu ilân etmekteydi. Peşinden sizin yayınlarınız ve önüme serdiğiniz vesikalar… Millî Selâmet gibi bir partinin, temel çizgisini teşkil etmesi gereken bir dâva ve tâyin işinde gösterdiği tahammül ve ihmali, sorumlu güdücülerinden herbiri yakın dostum olduğu halde asla affedemem! Hükümetteyse hükümet icra etsin, değilse mâni sebepleri ortaya döksün ve devlet icra etmekle, hükümet icra etmek arasındaki farkı göstersin!!!
— Bu iş sizce nasıl hal ve tasviye olunabilir?
— Nasıl mı? Günü gelinceye kadar bu teşkilâta, Danıştay, Üniversite ve TRT’ye tanınan miktarca bir muhtariyet vererek… Ve İlahiyat Fakültesi ve bazı Enstitülerden başlayıp içlerindeki sözde devrimci parazitleri D.D.T.’den geçirerek…
— İki sualciğim daha var, Üstad!
— Sorunuz!
— İlahiyat Fakültesi mamulü bazı yeni modellerden biri saydığınız şimdiki Diyanet işleri Başkanı için bir kurtuluş yolu var mıdır’?
— Vardır; hiçbir tevile girişmeden “bunlar benim henüz özümü bulamadan kaleme aldığım yazılardır ve hepsinden istiğfar ederim!” derse kurtulur.
— Ya Diyanet İşleri Başkanlığı nasıl selâmete çıkabilir?
— Bir katlanma, dişini sıkma, gününü kollama, her türlü ta’vizden kaçınma ve daha fazla kötülüğe mâni olma, sadece ıstırap ve imtihan makamı hâline gelerek…
Bu da, Allah’ın tepeden inme iradesi müstesna, hâdiselerin seyrinden kendi kendisine olabilecek bir şeye benzemiyor.
Allaha ısmarladık!
(Konuşmalar, Büyük Doğu Yayınları, 3. baskı / s.141–169)
(1977)