Netice
NETİCE
Biz ne yaptık? Atı aldık, mâna inbiklerinden süzdük, büyük ve küçük kelâm plânına döktük, güzel sanatlar perdesinde aksettirdik, tarih boyunca millet millet çizgilendirdik, en asil soyu ve işi içinde değerlendirdik, «safkan» çerçevesinde ölçülendirdik, yarış yerlerinde taçlandırdık, bütün mesut ve mahzun taraflariyle belirttik, nihayet memleketimize getirdik ve bıraktık.
Ne görüyoruz?
İnsanı tamamlamak ve ondaki kahramanlık mefkuresine alem olmak için yaratılan, Allah ve Resulü tarafından övülen, rüya perdesini bile yakacak kadar asil ve bedii çizgiler taşıyan, güzel sanatları ürperten, tarihte her milletin zafer ve şeref armasında motifleşen, «safkan» teknesinde yoğurulan, hipodromlarda muhtaç olduğu prens iş zeminini bulan, sırtına binmiş bunca insan hırsına rağmen ebedî ismetini muhafaza eden ve nihayet tek istifa kaynağı olarak yarış yerinde heykelleşen at, bütün dünya ile beraber memleketimizde, yani onu ilk defa çıkarıp insanlığa takdim edenlerin yurdunda pek mahzundur.
Kulağımıza, babasını imdada çağıran bir çocuk sesini andırır, acı kişnemeler geliyor.
Dünyanın en güzel hikâyesini anlatacağım:
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, bir Memiş Ağa varmış… Memiş Ağa değil de, Durmuş veya Satılmış Ağa… Hepsi bir… Evvel zaman da dediğimiz, pek yakın bir tarih, meselâ Birinci Dünya Harbi sonu… Bu Memiş Ağanın köyü, cenubî Anadoluda, düşman istilâsına uğramış, yanmış ve yakılmış bucaklardan… Köy, sadece yanık kokusu ve yıkık manzarası veriyor.
Bir zabit, bir süvari zabiti, harb içinde bu köye sık sık gelip ordu hesabına yüksek kumandanlara at satın alan bir zabit, nihayet o da sivil elbiseli, o da yanık ve yıkık, herhangi bir vesileyle bu köye uğruyor. Köy, bilhassa cins atlariyle meşhur…
Mütareke olmuş, muharebe durmuş, fakat bütün vatan toprağı, kum- kum acımakta, taş taş sızlamakta…
Zabit, bir ölü evine girercesine köye ayak basıyor. İzbelerde bir adam… Yanına yaklaşıyor:
«— Nerede Memiş Ağa?»
«— Şurada, şu yamacın dibinde, bir kayanın üstünde oturuyor.»
İlerleyen, Memiş Ağanın yanına giden, onu selâmlayan, selâmına cevap alan, şahsını tanıtan, tanınan ve mendilini açıp oturması için kendisine yer gösterilen zabit… Uzun bir sükût… Memiş Ağanın konuşmaya pek niyeti yok… Nihayet zabit, dayanamayıp, köyün en büyük ağasına ve atçısına soruyor:
«— Niye susuyorsun ağa?»
«— Ne söyleyeyim oğul?»
Zabit kimi sorduysa «yok!» cevabını alıyor; hangi atı merak ettiyse «yok, gitti; yok, öldü!» Sükût…
«— Karabaş’ların Hasan Ağa ne oldu, ağa?»
«— Yok, gitti!»
Sükût…
«— Ya şu meşhur kır at; Akduman?»
«— Yok, öldü!»
Hangi insan sorulsa «ya öldü, ya gitti!»; hangi at merak edilse «ya gitti, ya öldü!»… ölen niçin, giden nereye?.. Yahut ölen nereye, giden niçin?.. Gidenler mi ölüyor, ölenler mi gidiyor?.. Hâsılı her şey karanlık, her şey müphem…
Nihayet Memiş Ağa, zabitin ikide birde kendisini kurcalamasından üzgün, elini gayet hususi bir işaretle sağa açıp ve sonra ona bir gidiş ahengi verip diyor ki:
«— Senin anlıyacağın, oğul, iyi insanlar, iyi atlara bindileeeeer, gittiler!»
Bizse, Memiş Ağa misalini tersinden hayal etmeye meyilliyiz. Şöyle, ne kadar fikri, bedii, içtimai, idari hasretimiz varsa, hepsinin birden yollarını kavuşturan meydanda durup kulağımızı nal seslerine vermek ve sonunda, sökün etmekteki «safkan» ları görünce narayı basmak :
«— İyi insanlar, iyi atlara bindileeeeer, geldiler!»
(At’a Senfoni, Büyük Doğu Yayınları, 5. Baskı / s. 223-vd.)