Yabancı Mütehassıs
YABANCI MÜTEHASSIS
Tanrıkulu çayı pek sever. İnce belli, nokta nokta mavi ve kırmızı menevişli, billur acem bardaklariyle çay İçmeyi pek sever Tanrıkulu… Gizli ufuklar arkasında, gizli yangınlar haber veren yakut renkli iklimiyle çay.,. Tanrıkulu sedirinin yanında, göğsü hırıl hırıl fıkırdayan semaverden bardağını doldururken bana bir göz attı. Bardağına dökülen kaynar suyun buharı, saçlarının içine saklanıyordu;
– Yabancı mütehassıs mı demiştin? Facia, evvelâ tâbirin kendisinde… Bu tâbire, doğru veya eğri, bir şeyler olmuş, olabilmiş, bir bünye ahenk ve muvazenesine ulaşmış hiçbir millette rastlanamaz. Bizzat tâbir, bir türlü olmamış, olamamış, sadece yılmış ve apışmış milletlerin lügatinden… Eğer sinekler arasında arılaşmak, solucanlar arasında yılanlaşmak, eşekler arasında katırlaşmak diye birer dâva olsaydı, içlerinde, arıdan, yılandan ve katırdan, birer yabancı mütehassıs bulunurdu.
Doldurduğu bardağı bana uzattı:
– Buyurun, sizin çayınız!
– Aman efendim; benim çayım, sizin sohbetiniz!
– Sohbetimizi renklendirelim!
– Çok teşekkür ederim!
– Avrupalının maddî ve mânevi bütün müstemlekeleştirme sırrı, kendi kadrosu müstesna, bâzı mahkûm milletlere (Avrupalılaşmak) diye bir tâbir hediye etmesinde… Büyük ve sonsuz hakikatin, eşya ve hâdiselere aksetmiş binbir sırrını aramak yolunda, her millet başkalarına ders verir. Fakat…
Tanrıkulu bir yudumda, elindeki bardağın yangınını dudakları arasında süzdü:
– Hiçbir hâkim, mahkûma hâkimlik dersi vermedi. Hakikatte, yabancı mütehassısın verebileceği tek bir ders olabilirdi: “Yabancı mütehassıs isimli hâdiseye, çareye, usûle inanmayınız! Herşeyden evvel ruhunuzdan bu yabancı teselli ukdesini söküp atınız!” Fakat; fakat, bir zamanlar Cennete arsa satmaktan, şimdi ampul içinde ışık satmaya kadar her işin nefsanî ticaretini bilen o yabancı mütehassıs, hiç bu dersi verir mi? Verecek olsa, hemen ruhunu ve tâbiiyetini değiştirmiş, halis millî kahraman ve mütehassısa dönmüş olur!
-Ne kadar doğru!
– Bu doğrunun Ötesi ve etrafı var… İlimde, saf ilimde yabancı mütehassıs, mutlak kaydiyle olmaz; fende, bâzı şartlar altında, belki… İlimle fen arasındaki farkı hâlâ kavramamış olduğumuzu söylersem ne dersin?.. Garplı idrâkle ilim, mücerret bir arayış manzumesidir. Fen ise, bu arayış içinde kanunlaşmış, sınırları çizilmiş, tatbik mevzuu olmuş bilgi çerçeveleri… Etrafı çitli her ilim hamlesi bir fen, çitini zorlıyan her fen hareketi bir ilimdir, Fen daima (Afakî – objektif) ve hudutlu, ilim (Enfusî – sübjektif) ve hudutsuzdur. İlim, millî tefekkür benliğinin, millî ruh kıvamının, içinde mayalaştığı tekne… Bu teknede, aynı ruh köküne bağlı olmıyan yabancı hamurdur; bir silindir şapka, bir baston, bir de çantadan ibaret ruh ve kaseli gizli hüviyet, çalıştırılamaz. Çünkü özüne mensup olmadığı mayayı bozar, millî görüş dehâsını köreltir. Arının şahsiyeti baldaysa, milletlerinki de yoğurdukları ilimlerde… Nitekim (cebir) Arap; ve (hendese) Yunanlıdır. Bu iki ilmin de beşeri mahiyeti, onlarda Arapla eski Yunanlıyı hulâsa eden millî damgaya dokunabilmiş midir? Bir Fransız (üniversite)sinde İngiliz edebiyat tarihini bir Fransız okutur. Bu işi ondan daha iyi bilen İngiliz mi yok?.. Sürüsüne bereket… Fakat Fransıza, İngiliz edebiyatını Fransız göziyle görecek ve gösterecek ilim adamı lâzımdır.
– Aman ne doğru, ne doğru!
– Hakikat bir; fakat her fert için kendi hakikatinden daha aziz ne var?.. Milletler için de aynı şey… Kuru zanaat ve basit teknika çerçevesi bir tarafa, hele saf ilim ve san’at plânına yabancı mütehassıs dikmek, kısır bir kocanın, yatağına mütehassıs erkek, bir milletin kendisine mütehassıs inkılâpçı ısmarlamasından farksız… Bir Amerikan radyosiyle İngiliz radyosu arasındaki farka bakan, basit bir makine üzerinde bile bu iki milletin mizaç ve görüş hususiyetlerini ayırt eder. İngiliz çakısı ve İsviçre saati, o maddeleri meydana getiren fen şartları üstünde, ne kadar İngiliz ve İsviçrelidir!.. Demek ki, kupkuru fen sahasında bile, insanın yabancılardan öğreneceğini, incecik sınırlarla çeviren ruhî hadler var. Bu bakımdan, yabancı mütehassısın öğrettikleri, akıl ve teknika ölçüsiyle doğru ve şifalı olsa da, ruh ve san’at ölçüsiyle yanlış ve zehirlidir.
– Sözleriniz, dâvayı kökünden kesip kökünden temelleştirecek kadar gerçek… Fakat şöyle bir itiraza ne cevap verebiliriz: “Peki, anladık, yabancı mütehassısa paydos! Fakat insanî terakki yolunun hakikatlerini devşirmek ve öz şahsiyetimiz içinde pişirip geliştirmek için ne yapalım?”
– Öyleyse çare, ha?.. Çare de, hakikat gibi tek: Garp ve Garplı hâdisesini, kendimize ait olgun bir şahsiyet hâkimliği menşurundan süzeceğiz; onu kendi vasıtacı rehberlerimizin ruhunda iyi ve kötü taraflariyle tahlil ve terkip edeceğiz; onu kendi vasıtacı rehberlerimizin ruh midelerinde öğütüp, memlekete bu ruhu tatbik edeceğiz; anladın mı çareyi? Avrupalıdan, mevcut erginlikleri kaç taneyse çalınır, mukaddes bir hırsızlık olarak çalınır; bacadan maske ile girilip çalınır!.. “Hakikat, mü’minin kaybolmuş malıdır, nerede bulsa alır!” düsturundaki gerçek hak yolundan devşirilir. Oraya gidilir; şu bir asırdır boş gidip bomboş döndüğümüz yere, Avrupa’ya gidilir. Fakat yılmış ve apışmış hayranlar zümresi hâlinde değil, aklı ve ruhu yerinde seçkin şahsiyetler kadrosu hâlinde gidilir; herşey yerinde keşf ve müşahede altına alınır; herşeyin muhasebe ve murakabesi yapılır, çilesi çekilir, sırları bulunur; ve nihayet o sırları kendi ruh potalarında, bizim ruh potamızda eritmiş millî kahramanlar elinden hakikat devşirilir. Nasıl; çare bu mu?..
– Tam çare!!!
– Bir yenileşme ve gerçekleşme Maarifi, (Yabancı Mütehassıs) sırrını kavrıyamadıkça, ne yapsa, hastanın yüzüne pudra ve allık sürmüş olmak tedbirinin hazin akametini aşamaz.
Tanrıkulu sustu. Semaver fıkırdıyor… Semaverde fıkırdıyan, sanki su değil, fikir…
(1945)
(Tanrı Kulu’ndan Dinlediklerim, Büyük Doğu Yayınları, 9. baskı / s. 174-175-176-177)