Yusufcuk
YUSUFCUK
Benim ismim Yusuf… Bu ismi bana bir kuş taktı. Ağaçlık bir yerde oturuyordum. Dalgındım. Dangın mı? Kendimi didik didik yemek, gagalamak istiyordum. Öylesine dertliydim. Kulağıma bir ses geldi:
– Yusufcuk, Yusufcuk !
Ses bana, doğrudan doğruya “ Yusufcuk!” diye hitap etmiyordu. Dünyada ve benim halimde kim varsa her birini ayrı ayrı öz ismiyle çağıran bir ses :
– Mehmetçik!
– Ayşecik!
– Osmancık!
Sonradan bana bu kuşun “ Yusufcuk “ ismini taşıdığı söylenince, artık öz adımı tanımaz oldum. Yusuf bendim:
– Yusufcuk, Yusufcuk!
*
Kuşu görmeye imkân yok… O yalnız bir sestir. En hassas anda haykırmayı bilir:
– Yusufcuk, Yusufcuk!
Sanki her defa annemi öldürmeye gidiyorum da kuş yolumu kesiyor :
-Sakın ha, sakın ha!
Manevi ne kadar cinayetim ve maddi ne çapta perişanlığım varsa, her birinin muhasebe saatinde kuş hazır:
-Çok yazık, çok yazık!
İçimden, onun kadar merhamet, niyaz, heybet ve ihtar tüten bir ses işitmedim. Üç heceli ve her manaya yatkın bir çığlık:
-Gel etme, gel etme !
*
Kendime öyle zulümler ettim ki, nihayet ikiye bölünür gibi oldum. Bir parçam öbür parçamın dizlerine kapanıyor ve ebedler boyu ağlamak istiyor:
Kuş hemen tepemde:
-Hep ağla, hep ağla!
*
İşin tuhafı, kendimi unutur ve derdimi hissetmez gibi olduğum demlerde kuştan eser yok… Her taraf şeytani bir ayazla donmuş, uyuşmuş… Bütün yuvalar boş ve izler silik… Demek ki, kuş, içimdeki kuşun uyanık olduğu zaman canlı… Böyle anlarda annemi öldürmeye gitsem, som karanlıkta tek bir ışık lifi bile görünmüyor.
İsterseniz siz haykırın:
-Yusufcuk, Yusufcuk!
Aksi seda, size, kendi kaba ve çatlak nefs sesinizi iade etmekten başka bir şey yapamayacaktır. Yusufcuğun, yarı açık, pembe gagası içinde bir nefes bile yok… Sordum bu nasıl kuş, diye?
Kahverengi bir kuş, dediler; küçük bir kuş ve uzunca kuyruklu…
Onun, yumuşak tüylü, minicik, bir zıpzıp kadar küçük kafasını, ufak gözlerini ve yarı açık pembe ağzını hayal ettim…
Vicdanımın anatomisini hayal edercesine…
*
Nereye gitsem, hangi pencerenin önünden geçsem, hangi yoldan süzülsem, hangi bucağa can atsam, kuş daima karşımda… öyle sanıyorum ki, yanıma bir saksı alsam da aya giden bir füzeye binsem. Yine kuş bana refakat edecek:
-Nereye, nereye?
Gölgem bana bu kadar sadık olamaz. İçimde his ve insaftan tek zerre yaşadıkça kuş cevval…
Biricik gayeyi besteliyor:
-Kurtuluş, kurtuluş…
*
Bir aralık nefsim beni öyle ezdi, öyle altına aldı ve o türlü kendinden razı hale getirdi ki, uzun müddet Yusufcuğu kaybettim. Halimi Yusufcuğun sükûtundan anlıyordum. Fakat battıkça batıyor ve battıkça kuştaki sükûtun derinleştiğini, katmerleştiğini hissediyordum.
Sabahleyin evimden veya inimden çıktım. Suratım, haşlanmış bir işkembe… Tırnaklarım kir dolu … Pantalonum ve potinlerim, içimin çizgilerini içmiş… Güneşli bir gün…. Yolda bir cıvıldaşma duydum. Çocuklar oynuyor.
Yanlarındayım.
Birinin elinde kahverengi bir şey… Bir kuş … Kül rengine çalan yumuşak tüylü minicik bir baş… Aman !
Nokta gözler perdeli… Kıl gibi ince ayakları bükük ve parmakları büzülü…
Çocuklar, ne bu ?
-Kuş …
-Ne kuşu?
-Yusufcuk …
-Kim öldürdü onu?
-Yolda, şu ağacın dibinde bulduk.
Ve çocuk, kuşu, kıl kadar ince ayaklarından tutup fırlattı.
Çocuğun avucundan başlayıp toz toprak içinde biten bir kavis…
İçimden, onsuz yaşanmaz bir şey kopardılar da toza toprağa mı attılar?
Zaman işledi, durdu. Çok defa, ıstırabı çağırır gibi ezberlenmiş formüllerle Yusufcuğu davet ettiğim oldu.
Ne ıstırap geldi, ne Yusufcuk…
Samimi olabilsem Yusufcuk dirilecekti.
İçimde bir ses…
Yusufcuk mu haykırıyor:
-Yalancı, yalancı!
(1959)
(Hikayelerim, Büyük Doğu Yayınları, 9. Baskı / s. 119-124)