M. Orhan Okay İle Üstad Üzerine Bir Söyleşi
M. ORHAN OKAY İLE ÜSTAD ÜZERİNE BİR SÖYLEŞİ
Dinçer ESITGIN
– Sayın hocam, Türk edebiyatında Necip Fazıl Kısakürek’in yeri hakkında kısa bir değerlendirmeyle başlayabilir miyiz sohbetimize?
– Memnuniyetle efendim… Necip Fazıl’ın yakın dönem Türk siyasî tarihinde, toplum hareketlerinde olduğu kadar basın-yayın hayatında ve edebiyatında da önemli bir yeri vardır. İkinci Dünya Savaşı yıllarında başlayan köşe yazarlığına hayatının değişik dönemlerinde ve değişik gazetelerde devam etmiştir. Çerçeve başlığını taşıyan bu yazılarının bir kısmı kitaplaşmıştır. Ağaç ve Borazan adlarını taşıyan kısa süreli iki dergisinin dışında Büyük Doğu’yu 1943-1978 yılları arasında haftalık, aylık dergi ve günlük gazete olarak, aralıklarla otuz beş yıl çıkarmıştır. Bu dergide kendisinin pek çok yazısı dışında zaman zaman döneminin kalburüstü meşhur yazarlarının yazıları, hikâyeleri ve şiirleri de yer almıştır. Edebiyatçılığına gelince… Türk şiirinin Tanzimat’tan günümüze gelen Batılılaşma sürecinde bana göre birkaç büyük ve usta şairi arasındadır. İyi bir hikâye yazarıdır, ondan daha usta bir tiyatro yazarıdır. Fikir ve ideoloji yazılarıyla da yirminci yüzyıl Türk düşünce tarihinin önemli ve etkili bir şahsiyetidir.
– İçinde bulunduğu devrin sanat anlayışı ile Necip Fazıl’ın sanat anlayışı arasında bir karşılaştırma yapıldığında neler söylenebilir?
– İçinde bulunduğu devrin, yani onun ilk şiirlerini yayımladığı dönemin sanat anlayışı için Millî Mücadeleyi takip eden yılları, Cumhuriyet’in ilk yıllarını dikkate almamız lâzımdır. İkinci Meşrutiyet ve savaş yıllarında tabiî olarak gelişen Millî Edebiyat akımı bu yıllarda da devam etmekteydi. Bir taraftan hamaset duygularıyla yüklü şiirlerin yanında yeni rejimin izinde şiirler, Millî Mücadele’nin Anadolu’da yapılmış olması, Meclis’in ve yeni başkentin Ankara olması dolayısıyla memleketçi, halkçı bir Anadolu edebiyatı görülmekteydi. Diğer taraftan Batı medeniyet ve kültürünü benimseme, Batı’nın teknik ve ekonomik seviyesine ulaşma ideali başka bir taraftan Rusya’da uygulanmakta olan komünist rejimin de etkisiyle maddeci, mekanik bir edebiyata yol açıyordu. Netice olarak dış dünyaya dönük bir şiirin yüzünü Necip Fazıl insanin iç varlığına çekmekteydi. Şiire mistik ve metafizik bir derinlik getiriyordu. İlk şiir kitapları olan Örümcek Ağı ve Kaldırımlar’daki şiirlerinin yayımlandığı dönemde tenkitçilerin dikkatini çeken ortak özellikleri bunlardır.
– Necip Fazıl, şiir olsun, hikâye olsun bütün sanat dallarında “toplumla ilişkiye, estetiğe ve ferdî oluşa” önem veriyor. Burada ilk bakışta sanki birbiriyle çelişiyor gibi görünen hem “ferdî” hem de “toplumla ilişkili” sanat (şiir) derken Necip Fazıl neyi kastediyordu? Hem ferdî hem de toplumla ilişkili sanattan ne anlamalıyız?
– Efendim bu konu bizi geçmişte dönem dönem münakaşa konusu olmuş bir meseleye götürür: Sanat toplum için midir, sanat için midir? Necip Fazıl’ın bir ideali, bir ideolojisi vardı. Bunun programlarını pek çok yazısında ve İdeolocya Örgüsü adlı kitabında ayrıntılarıyla anlatır. Ama sanata, şiire gelince onun ayrı yeri vardır. Kendisinin şiirleri arasında da bu ideolojinin örnekleri görülmekle beraber o bir ‘bağlanmış: güdümlü’ edebiyatın peşinde değildi. Her sanatın olduğu gibi şiirin de kendisine mahsus estetik kuralları vardır. Sanatkâr, şair bu kurallar çerçevesinde fakat hür olarak eserini yaratabilmelidir. Sanatın ferdiyetçiliği budur. Bu yaratıcılık onda ister Kaldırımlar gibi tek insanın ıstırabına yol açmış olsun, isterse Sakarya Destanı’nda olduğu gibi bütün bir milletin tarihini dile getirmiş olsun, sonuçta eserin ferdiyetçiliği de toplumla olan ilişkisi de zorlanmadan, kendiliğinden ortaya çıkar.
– ‘Bir Şiirin Müzikal Anatomisi’ adlı makalenizde özellikle “kader” kelimesinden, “kader ile iradenin çatışması motifi”nden yola çıkarak Necip Fazıl’ın Çile adlı şiiri ile Beethoven’ın Beşinci Senfonisi arasındaki ilişkiden bahsediyorsunuz. Necip Fazıl’ın Batı sanatı ile ilişkisi kimi zaman yanlış yorumlanmaktadır. Bu ilişkilerden söz eder misiniz? Bütün büyük kültür adamlarında, mensubu olduğu milletin kültürel değerlerine karşı bir hassasiyet ve o değerleri inceleyen bir bakış açısı vardır. Fakat Necip Fazıl’da Türk halk veya sanat müziğine dair doyurucu bir bilgi veya değerlendirme bulmak çok zor. Meselâ şiirlerini bile Batı müziği eşliğinde okumuştur… Siz bu hususta ne dersiniz?
– Şimdi efendim, bu konu bizi Batılılaşma dediğimiz meseleye götürür. Biz coğrafya olarak da, tarih olarak da Doğulu milletlerin en Batı ucunda ve Batılıların en Doğu’sunda yer alıyoruz. Evvelâ bu konumu kabul etmek gerekir. Sonra insanlığın eriştiği medeniyet, kültür, sanat hatta ahlâk değerleri üzerinde düşünelim. ‘Biz Avrupalı olalım, Hıristiyan olalım’ demek başka şeydir, ‘Batıdan veya Doğu’dan insanlığın ulaştığı değerleri tartıp, ölçüp iyi, güzel ve doğru olanları kullanalım’ demek başka. Doğu’nun Batı’dan, Batı’nın Doğu’dan şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonra da alıp vereceği çok şey var. Allah yeryüzünü şu veya bu insanlara paylaştırmış değildir. Bunu en azından kendim için bir prensip olduğunu söyledikten sonra sorunuza döneyim. Necip Fazıl’ın Türk musikisi hakkında hemen hiç ilgi göstermediğini, buna mukabil Batı müziğinin büyük eserlerini yakından tanıdığını biliyoruz. Bu gibi hususlarda gördüğümüz örnek sadece Necip Fazıl’dan ibaret değildir. Eğer mesele Batı’ya gitmiş, Batı’da yetişmiş, Batı’yı tanımış sonra da kendi değerlerimizi yakalayabilmiş kişiler ise, bugün yakın dönem Türk düşünce tarihinde yerini bulmuş milliyetçi ve muhafazakâr dediğimiz kaç şahsiyet bu gruba girmektedir? Veya kaç şahsiyet bunun dışında kalabilmektedir? İşte Yahya Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar, Peyami Safa, Nurettin Topçu, Hilmi Ziya Ülken, Mümtaz Turhan, Ziyafettin Fahri Fındıkoğlu ve daha pek çok isim. Bunların hepsi bir defa Batı’nın süzgecinden geçmiş, daha kaba bir tabirle Batılılığa bulaşmış, sonra kendi evlerine dönmüşlerdir. Son zamanlarda yine bu manada birçoklarını oryantalist olarak görme modası çıktı. O zaman şu soruyu sormak gerekir. Kim oryantalist değildir? Mesele Doğulu gözüyle bakmak, Batılı gözüyle bakmaksa hangimizin gözünde Batı’nın hiçbir izi kalmamıştır? Bu açıdan, Necip Fazıl’ın Türk musikisini tanımaması, sempati duymaması bir eksikliktir. Fakat Batı musikisine duyduğu sempati fazlalık değildir, diyeceğim.
– Fikret Adil, memleketimizde bohem hayatı yaşayan sanatkârın çok az olduğunu, ancak bohem gibi kendini gösteren bir sürü sanatkâr olduğunu söyledikten sonra hakikî bohemi tanımlayarak söyle diyor. “Hakikî bohem, her şeyden evvel, çalışır ve sanat eseri meydana getirir. Eğer bu eserde devrinin ilerisine geçerse, anlaşılmazsa bu onun kabahati değildir. Ve bohem kazanır, bütün kazancını bir günde bitirir, onun zaman telakkisi yoktur. İlcâidir. Necip Fazıl bohemdir.” Siz nasıl bakıyorsunuz bu tanımlamalara ve Necip Fazıl’ın bohemliğine?
– Efendim bohem kelimesinin böyle karmaşık ve zorlayıcı tariflerine gerek yok. Bu kavramın içinde toplumun kurallarına uymayarak yaşayan ve bu yaşayışında sanatı için bir kaynak bulan yahut bulduğunu zanneden sanatkâr var. Pek az istisnası ve çok genel çizgileriyle pek çok sanatkârı bu çerçevede düşünebiliriz. Esasen büyük sanat, toplumun o sıradaki kurallarına aykırılık gösterir. Fakat daha özel anlamıyla bohem, hiçbir ahlâk kuralını tanımayarak yaşanılan süflî hayatın adıdır. Bu bazen bir özentiden ibaret kalır ve bundan hiçbir sanat eseri de doğmaz. Genç Necip Fazıl da dâhil olmak üzere Fikret Adil’in ve arkadaşlarının yaşadıkları hayat bu ikinci, aslında gerçek bohem hayatıdır. Fikret Adil’in Asmalı Mescit 74 ve İntermezzo adlı kitaplarında bu çevrenin hikâyeleri vardır. Okunduğu zaman insan bunların hiçbir sanat dertleri olmadığına inanır. Bununla beraber ben şahsen Necip Fazıl’ın bir dönemi için bu hayatın da itici bir güç olduğunu düşünürüm.
– 1928 yılında henüz 24 yaşında iken Kaldırımlar adlı ikinci şiir kitabı yayımlanan Necip Fazıl erken yaşta büyük bir şöhrete kavuşur. Bu erken şöhret Necip Fazıl’ın başta sanat olmak üzere bütün hayatına nasıl tesir etmiştir?
– Necip Fazıl o idealistliğine, ahlâkçı görüşlerine rağmen güçlü bir ‘ben’ duygusuna sahiptir. Bunu “egoist” manasında değil, “egosantrik” manasında kullanıyorum. Bu bir mizaç meselesidir. Hiçbir zaman ikinci olmaya tahammül etmemiştir. Kendisine bir yabancı ansiklopedide sadece iki Türk şairinin yer aldığı haber verildiği zaman hiç düşünmeden “İkinci kim?” demesi bu mizacı çok güzel aksettirir. Gerçekten Kaldırımlar şiirinin ve Kaldırımlar kitabının yayımlanmasıyla Necip Fazıl genç yaşta birdenbire şöhretin zirvesine ulaşır. Dönemin büyük şairlerinin, felsefecilerinin, tenkitçilerinin bu 23 yaşındaki şaire verdikleri değer gerçekten şaşırtıcıdır. O hem böyle bir şöhretin peşinde değildir hem de zirvede bulunmaktan hoşlanır. Bütün hayatı boyunca da şiirde olduğu gibi, çıkardığı dergilerde, yazdığı tiyatro eserlerinde hep uçta kalmıştır. Marjinal olmaya gayret etmiş olmasa da. Bu şöhretin ona olumsuzluk getirmiş olduğunu zannetmem. Kaldırımlar’dan birkaç yıl sonra çıkan Ben ve Ötesi ve daha sonra Sonsuzluk Kervanı’ndaki birçok şiir bu cevherin devamını göstermektedir.
– Bir yazınızda, Çile adlı şiirin, Sakarya Türküsü ile Kaldırımlar şiirinin arasında kalmış bir şiir olduğunu söylüyorsunuz. Bu tespitiniz vesilesiyle Necip Fazıl şiirini tasnif edişinizi ve bu şiirin merhalelerini nasıl yorumladığınızı merak ediyorum…
– Şimdi efendim, tasnif dediğimiz şey daima itibarîdir, gerçek değildir. Sadece bazı konuları ele alırken kolaylık bakımından birtakım alt bahislere ayırmak pratik fayda sağlar. Necip Fazıl’ın şiirlerinde merhalelerinden bahsetmek, onun şiirlerini hayatının kronolojisi içinde tasnif etmek demektir. Ben kendime göre üç şiiri esas alarak diğerlerini bunların etrafında toplamaya çalıştım. İlki Kaldırımlar. Bu şiir ve etrafındakilerde büyük şehirde yalnız bir adam hüviyetinde görünür. Korku, acı ile lezzetin birbirine karıştığı, psikoloji açısından belki mazoşist denilebilirse de bu kelimeye sığmayacak bir duygunun şiirleri. O egzistansiyalistlerin anlattığı anguas. Bu dönemi alabildiğine ferdiyetçidir. İkinci merhale Çile yahut ilk yayımlandığı adıyla Senfonya. Burada da o tek insandır. Ama ferdiyetçi değildir. Kâinatın bütün yükünü, bütün ıstıraplarını kendi üzerinde, beyninde hisseden insan. Bu arada Abdülhakim Efendi’yi de tanımış olduğu için, İslâm’ın insana yüklediği inanç sorumluluğunu düşünebiliriz. Fakat bana göre İslâmî olmaktan ziyade genel olarak dinî ve metafizik bir yaklaşım daha doğrudur. Üçüncü merhaleyi ise Sakarya Türküsü şiiri teşkil eder. Burada da içinde yaşadığı toplumla ilgili idealist-lirik bir şiirle karsılaşırız. Böylece her biri 1928, 1938 ve 1948 olmak üzere aşağı yukarı onar sene aralıklarla yazılmış ve şairdeki üç temel dönemi yansıtan üç şiiri esas almış oluruz: Ferdiyetçi, metafizik ve toplumcu.
– Necip Fazıl’ın belli bir dönemde yazdığı şiirleri reddetmesini sanatçı psikolojisi açısından nasıl yorumluyorsunuz?
– Şairlerin birçoğu bir dönem sonra kendi şiirlerini yeniden ele almış, değiştirmiş veya yok farz etmiştir. Bunlar arasında Necip Fazıl kendi şiiriyle en çok oynayan, değiştiren ve onları açıkça reddettiğini beyan eden bir şairdir. Belki dünya edebiyatında da tek örnektir. Ben birkaç yazımda bunların çeşitli sebepleri üzerinde durdum. Bir öğrencime de ciddî bir tez yaptırdım. Necip Fazıl, kendi ifadesiyle hayatının bir devresinden sonra, idealine, inançlarına aykırı bulduğu şiirlerini reddettiğini söylemek istiyor. Ama mesele sadece inançlara aykırılıktan ibaret değildir. Değişmelerin çoğu estetik/poetik sebeplere dayanıyor. Tamamen attıklarının bir kısmı ise tahminime göre kendisinin de unutmuş olmasından kaynaklanıyor.
– Hocam, bir yazınızda Necip Fazıl’ın reddetmediği ve bütün kitaplarına aldığı şiirleri “talihli şiirler” olarak tanımlıyorsunuz. Talih kelimesini buradaki anlamıyla düşündüğümüzde Necip Fazıl şiirleri içindeki ‘talihli şiirler’ hakkında neler söylemek istersiniz?
– Çile’ye girmiş olanlara talihli deyişim bugün Necip Fazıl’ı ve şiirini sevenlerin eline, diline kolayca ulaşma imkânı buldukları içindir. Aslında Necip Fazıl’ın yaptığı seçme güzeldir ve yerindedir. Çile’deki tasnif de isabetlidir. Bununla beraber dışarıda kalan şiirler arasında güzel olanları da vardır. Benim bu konuda önem verdiğim husus şudur: Bir insan benim eserlerim şunlardan ibarettir, ötekileri reddediyorum, diye bir vasiyette bulunabilir, bu vasiyeti yerine getirmek de geride kalanları için borçtur. Ancak araştırmacı için durum aynı değildir. Biz, yazar gibi düşünmeğe mecbur değiliz. Bugün araştırmacılık, kişilerin en mahrem hayatlarına kadar sokulmaktadır. Kaldı ki, Necip Fazıl’ın Çile’ye girmese de yayımlanmış şiirlerini mahremiyetten saymamız da mümkün değildir. Sanatkâr bütün hayatı ve eserleriyle bir bütündür.
– Belki bu tür adlandırmalar yanlış olabilir ama yine de genel bir teamül olarak Türk şiirinde “Beş Hececiler” olarak adlandırılan bir şair grubu var. Necip Fazıl Kısakürek ile bu grup karşılaştırıldığında hiç şüphesiz “hece vezni”ne katkıları bakımından Necip Fazıl önde ve farklı bir yerde duruyor. Yunus’tan beri gelen süreç içinde hem bütünüyle Türk şiiri tarihinde hem de özel olarak modern Türk şiirinde ‘hece’nin serüveninde Necip Fazıl şiirinin yerini tespit edebilir misiniz?
– Efendim, hece vezninin halk şiiri dışında kullanılması, bilindiği gibi on dokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru Mehmet Emin Yurdakul’un Cenge Giderken manzumesiyle başlar. İkinci Meşrutiyet’ten sonraki Türkçü akımı tesiriyle Cumhuriyet dönemine kadar gittikçe yaygınlaşarak devam eder. Necip Fazıl’ın ilk şiirleri de Cumhuriyet’e yakın yıllarda, 1922’den sonra dergilerde görünmeye başlar. İlk şiir kitabı olan Örümcek Ağı da 1924 tarihini taşıyor. Yüzlerce yıldır aruz vezniyle yazan ve yirminci yüzyıl başlarında aruz tekniğini âdeta zirveye çıkaran Türk şairlerinin hecede başarıları kolay olmamıştır. 1908–1923 yılları arasındaki hece vezniyle denemelerin çoğu şiir tekniği açısından tutuktur, monotondur. Esasen Mehmet Emin gibi, Ziya Gökalp gibi şairlikleri zayıf olan şahsiyetlerin izinden giden diğer şairler de bu monotonluktan uzun süre kurtulamamışlardır. Bununla beraber bu arada Faruk Nafiz, Rıza Tevfik gibi heceyle yazdıkları şiirlerinden bazılarında Nisçi bir başarıya ulaşmış şairler de vardır. Faruk Nafiz’in de dâhil olduğu Beş Hececilerce de bu Nisçi başarıda bir yer verebiliriz. Ancak bu veznin tam bir akıcılık kazanmasında Necip Fazıl’ın şiiri önemlidir. Öncekilerin genellikle aşamadıkları husus, bu vezindeki durakların çok belirli olması, âdeta aruzda taktî denilen monoton bir okuyuşa imkân bırakmasıdır. Necip Fazıl bunu aşmıştır. Özellikle ileriki yıllara doğru 14 hecelik mısralar gibi riskli uzunlukta olanlarda bile büyük bir ustalık gösterir. Kaldı ki bir süre sonra şiir için epey aykırı ve daha da riskli bir deneme olan üç heceli mısraları da aynı ustalıkla kullanma cesareti göstermiştir. Mehmet Kaplan’ın dediği gibi o, hecede büyük bir virtüoziteye rahatlıkla ulaşmış bir şairdir. Tabii bu cevabım şiirin sadece vezni çerçevesi içindedir.
– “Korku”, herkesin üzerinde hemfikir olduğu gibi Necip Fazıl şiirinin önemli temalarından… Çile adlı şiir toplamını bu duygu eşliğinde okuduğumuzda nelerle karşılaşırız?
– Efendim, on dokuzuncu yüzyılda başlayıp hemen bütün yirminci yüzyılı bir dalga gibi saran egzistansiyalizmde korku kavramının özel bir manası vardır. “Angst” yahut “anguas” diyorlar, sıkıntı ve korkuyu beraber ifade eden bir terim. İnsan yeryüzüne fırlatılmıştır ve yalnız bırakılmıştır. Bunun korkusunu her an duyar ve yaşar. Bir uçurumun kenarındadır, düşmeyeceğini bilse de bir ürperti kendisini bırakmaz. Yazılarında bu konuda açık bir ifade yoksa da Necip Fazıl’ın egzistansiyalizme ilgisiz kalmış olduğunu zannetmiyorum. Bununla beraber ondaki bu korkunun egzistansiyalizmden gelmiş olduğunu da iddia etmiyorum. Asıl mesele, egzistansiyalistlerin de benimsedikleri korkunun yirminci yüzyıl insanını sarmış olmasıdır. Bu hem yüzyılın problemidir hem de bir mizaç meselesidir. Korku Necip Fazıl’da aynı zamanda mizacının yarattığı bir duygudur. Kendisi, daha çocukluğunda, birtakım polisiye romanlarını okuyuşunda, “marazî bir hassasiyet, acıtan bir hayal kuvveti ve dehşetli bir korku” bulduğunu söyler. Demek ki daha felsefe öğrencisi olmadan, Avrupa’ya gitmeden, tabii egzistansiyalizmden de habersiz olarak onda korku bir mizaç problemi olarak mevcut. Ama bu motif, bence şiirinin de en güçlü taraflarından birini oluşturur. Gece Yarısı, Boş Odalar, Çan Sesi, Ayak Sesleri hatta Kaldırımlar gibi şiirlerinin güzelliği bir bakıma sebebi meçhul olan bu korku ve ürpertinin ifade gücünden gelir.
– Necip Fazıl’da Bergson, Baudelaire, Valéry gibi Batılı düşünürlerin, sanatkârların etkileri zaman zaman gündeme geliyor. Bu etkilenmeleri kısaca değerlendirebilir misiniz?
– Deminki sorunuza verdiğim cevaptaki korkunun, sıkıntının Avrupa edebiyatındaki büyük şairlerinden biri de Baudelaire’dir. Baudelaire’i bizim yirminci yüzyıl şairlerimizin pek çoğu okumuş, sevmiş ve onun tesiri altında kalmıştır. Değerli bir öğrencim, Ali Ihsan Kolcu, Baudelaire’in Türk şairleri üzerindeki etkilerini araştıran bir çalışma yapmıştır. Bu tesirleri Albatrosun Gölgesi adı altında bir kitapta topladı. Orada diğer şairlerle beraber Necip Fazıl’ın şiirlerinde Baudelaire’den bir takım esintilere, pastislere dikkat çekilmiştir. Bir konuşmasında Necip Fazıl Baudelaire’i pek fazla sevmese de dikkate şayan bir şair olduğunu söyler. O zaman, bir kriz asrında yaşayan, mizaç olarak korkuya ve yalnızlığa eğilimli ve Baudelaire’i takdir eden bir insan olarak şiirinin bu tarafını bunların bileşkesi olarak değerlendirmek daha doğru görünüyor.
Ama Bergson etkisi daha belirlidir. Bergson’dan Necip Fazıl’ın şiirlerine iki önemli unsur girer. Biri sezgi felsefesinin izleri, diğeri de zaman hakkındaki yorumları. Kabaca, Bergson sezgiyi nasıl anlatıyor? Sezgi bizi, varlığın yani dışımızdaki objenin içine sürükleyen zihnî sempatidir. Sezgi sayesinde içimizdeki şuur ile dışımızdaki eşya arasındaki mesafe, farklılık ortadan kalkar. şuur ile dış varlığın birleşmesinde o varlığın özellikleri kaybolmaz. Sadece benliğimiz bir an için o varlığın karakterine sığınarak onu olduğu gibi tanır. Bergson’un varlık hakkındaki bu düşüncesi bir çeşit mistisizme yaklaşmaktadır. Meseleyi sanat alanına intikal ettirirsek, sanatkârın ruhu ile eşya arasında bir nevi vahdet meydana gelmektedir. Bu arada şiirde sembolizmin de sezgi felsefesinden doğduğunu belirtelim. Necip Fazıl kategorik olarak sembolist değildir. Fakat onun şiirinde de eşya sembolik bir değer kazanıyor. Onun eşyaya, yani şuur dışındaki varlığa karşı, kaynağını muhtemelen sezgi felsefesinden alan bir zihnî sempati vardır. Bu sempati şuur ile eşya arasında gidip gelir. Artık şair ile şiirlerindeki varlıklar arasında bu sempatiyi kurabilirsiniz. Şair ile örümcek ağı, deniz, Kaldırımlar, otel odaları ve bütün eşya, ayna, lamba, tren, gemi… hâsılı her nesne, pek çok şiirde bulunabileceği gibi Necip Fazıl’da sadece bir tasvir unsuru olarak yer almaz. Bunların her birinin ruhumuzla bir ilişkisi, sempatisi vardır. Kâinatı da bu sempati ile kavrarız.
Zamana gelince… Yine Bergson’a göre zaman, kendisini yaşamaya bırakan ve kendi yasayışını dinleyen insanın bu duygusuyla özdeştir. Zaman da kâinatın merkezidir. O bizim hem içimizde hem dışımızdadır. Bu yüzden zaman maddenin hareketiyle idrak edildiği gibi maddeden bağımsız olarak ve mutlak olarak da vardır. Türkiye’de Bergson’u, kendisi de benimseyerek ilk tanıtan felsefeci Mustafa Şekip Tunç, fakülteden Necip Fazıl’ın hocasıdır, ölünceye kadar da iyi bir dostu ve Büyük Doğu yazarı olarak kalmıştır. Özellikle Fransa dönüşünden sonraki şiirlerinde zamanın, sezgi felsefesiyle olan yakınlığı ile Necip Fazıl’ın şiirlerinde yer almaya başladığı görülür. Şehirlerin Dışından, Geçen Dakikalarım, Zaman, Ne İleri Ne Geri, Bu Yağmur gibi en güzel şiirleri arasında zaman, felsefî bir kavram olarak şairin zihnini kurcalar durur.
Aynı zamanda hem şair hem de bir poetika yazarı olan Valéry ise, benim görüşümle, şiir estetiği üzerine görüşleriyle Necip Fazıl’ı etkilemiş olmalıdır. Gerçi Poetika’sının basında Valéry’yi kastederek “tecrit denizinde boyuna açıldılar” gibi biraz olumsuz görünen bir cümle sarf eder ama, kendisinin de şiirde, şiir dilinde tecritten yana olduğu açıktır. Hâsılı şiirinde değilse bile şiir nazariyesinde Valéry’den gelen birtakım unsurlar bulunmaktadır.
– Necip Fazıl’ın Poetika’sını Türk edebiyat tarihi açısından kısaca değerlendirebilir misiniz?
– Bu sorunuza cevap verirken önce poetika kavramının şiir bilgisi manasına gelmediğini belirtmeliyim. Bu manada pek çok yayın bulunabilir. Şiir bilgisi, mevcut şiirler dikkate alınarak ve bu konudaki bilgi verilerinden hareket edilerek düzenlenmiş objektif ve ansiklopedik bir çalışmadır. Her şiir bilgisi birbirine benzemelidir. Yani tartışmaya gerek olmamalıdır. Poetika ise şiir üzerine mülahazalardır. Yani sübjektiftir. Her Poetika ayrı bir özellik gösterir. Poetika şiirin estetiği, felsefesidir. Bu açıdan bakıldığında Türkçemde, özellikle yirminci yüzyıl başlarından itibaren pek çok Poetika yazısı bulunmaktadır. Bunlar arasında Necip Fazıl’ın Poetika’sının özel bir yeri var. O da şüphesiz yazarının sübjektif mülahazalarını yansıttığı için her Poetika gibi tartışılmaya açıktır. Bizde Poetika yazılarının çoğu bir şairin kendi şiiri için yapılmış tenkitlere bir savunma özelliği taşır. Necip Fazıl’ın böyle bir sıkıntısı yoktur. Bunun dışında derli toplu ve birtakım kategorilere ayrıldığı için de kendi içinde sağlam bir yapı gösterir. Bir de, zannediyorum “Poetika” kelimesinin dilimizde kullanılması Necip Fazıl’ın bu yazılarıyla başlamıştır. Yani Poetika kavramı ile Necip Fazıl’ın Poetika’sı âdeta özdeşleşmiş gibidir.
– Poetika Dersleri adlı eserinizde, Necip Fazıl ve Poetika’sı bölümündeki ilk başlığınız dikkat çekici: “Ütopya Düzeni İçinde Bir Poetika”. Poetika’nın ütopya ile ilişkilerinden söz edebilir misiniz?
– Ütopya, malûm, Thomas Moore’un bu adı taşıyan ünlü kitabından sonra bu gibi muhayyel ülkelerin düzenini anlatan eserlerin de kategorik adı olmuştur. Ütopik eserlerde genellikle cemiyet düzeni, eğitim, askerlik, ticaret, hukuk gibi halk ve yöneticilerin birbiriyle ilişkileri olduğu alanlar tasvir edilmiştir. Ütopyada şiirin yeri nedir? İlk ütopya sayılabilecek Eflatun’un Devlet’inde şairler hakkındaki olumsuz kanaatleri bilinmektedir. Bunun dışında başka ütopyalarda şiir ve şairler hakkında bölümler var mıdır, şu anda hatırlayamıyorum. Necip Fazıl’ın İdeolocya Örgüsü de bilindiği gibi epey ayrıntılı bir ütopyadır. Onun Poetika yazıları da ilk defa, İdeolocya Örgüsü Büyük Doğu dergilerinde tefrika edilirken o yazılar arasında çıkmıştı. Şimdi, genel olarak şiirin ve şairin toplumla ilişkileri gibi bazı bahislerin ütopyalarda yer alması düşünülebilir de şiirin tarifi, vezinler, kafiyeler, ses düzeni, şekil ve muhteva ilişkileri gibi ideolojinin dışında tamamen estetik ve Poetika meselelerin bulunması bana doğrusu aykırı görünüyor. Nitekim Necip Fazıl’a da aykırı görünmüş olmalı ki İdeolocya Örgüsü kitaplaşırken bu bahisler çıkarılmış, Poetika ise Çile’nin sonundaki yerini bulmuştur. Bununla beraber Poetika’nın da son dört bölümü, özellikle şiir ve Devlet başlığı altındaki bahisler, yani devletin şiire müdahalesi veya şairin devletten himaye görmesi gibi meseleler bana göre Poetika’nin genel estetik yapısıyla çelişki göstermektedir.
– Necip Fazıl şahsî mizansenlerle zaman zaman hem yaşadığı devrin edebiyatını hem de tümüyle Türk edebiyatını değerlendiren yazılar kaleme aldı. Bu sahada araştırma yapan bir bilim adamı olarak hem bu mizansenleri hem de bu yazılardaki kültür ve edebiyatımız üzerine yapılan tespitleri siz nasıl değerlendiriyor, nasıl yorumluyorsunuz?
– Bu konu bence tamamen işlenmemiştir. Benim gördüğüm kadarıyla Necip Fazıl’ın Türk edebiyatı hakkındaki genel değer yargıları, özellikle de kendi çağdaşları olan yazar ve şairler hakkındaki hükümleri arasında isabetli ve isabetsiz olanları vardır. Tabii o hükümler ona göre, benim şu söylediklerim de bana göredir. Daha evvel onun çeşitli yazılarından derlenmiş bir çeşit antoloji mahiyetindeki kitaba yazdığım giriş mahiyetindeki notlarımda da belirttiğim gibi Necip Fazıl’ın gerek edebiyat gerekse diğer konulardaki fikirlerinde ilmî disiplin ve metodik düşünce esas değildir. Bu gibi fikir ürünlerinin arkasında yani arka plân denilen birikim şüphesiz mevcut olmakla beraber onda bu ölçüleri aşan heyecanlı ve mübalağalı çıkışlar zannederim sistemli fikirlerinden daha çok itibar görmüştür. Onun diğer alanlarda olduğu gibi edebiyat bahislerindeki değer yargıları da hiç kullanılmamış, yüzü açılmamış teşbihlerle okuyucunun kafasını allak bullak eder. Bu bakımdan o bir edebiyat tarihçisi değildir. Esasen böyle bir iddiası da olmamıştır. Fakat uyanık zekâsıyla, eskilerin nüfuz-i nazar dedikleri bakışıyla kişiler, eserler ve olaylar arasında her göze görünmeyen ilişkileri yakalar. Türk edebiyatı hakkındaki değerlendirmeleri de bu zevkle fakat ihtiyatlı olarak okumak lâzımdır.
– Sayın Hocam, bu keyifli sohbet için teşekkür ederim… Doğumunun 100. ölümünün 22. yıldönümü vesilesiyle Necip Fazıl Kısakürek hakkında Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim dergisi okuyucularının büyük bir kısmını oluşturan gençlerimiz ve öğretmenlerimize, son söz olarak, neler söylemek istersiniz?
– Ben de teşekkür ederim efendim. Derginizin genç okuyucularına ve öğretmenlere, emekli bir edebiyat hocası olarak tavsiyelerim; yirminci yüzyıl Türk şiirinin, tiyatrosunun, hikâyesinin ve genel olarak Türk siyaset, basın ve kültür hayatının bu çok önemli şahsiyetini, Necip Fazıl’ı, yakından tanımaya, bütün eserlerini üzerinde düşünerek okumaya gayret göstermeleri olacaktır.