Necip Fazıl’daki Bazı Unsurlar
NECİP FAZIL’DAKİ BAZI UNSURLAR
Ali Haydar HAKSAL
I.
Necip Fazıl, yaşamı boyu yakasını kurtaramayacağı “vehim ve şüphe akrebinin kıskacın”dadır. Kendisinde bu, kronik bir durum alır ve apayrı bir kişilik olarak belirir. İnsana bakışı, olayları algılayışı, dikkati, sezgisi, onun bir kişiliği halinde belirir. Bunu bir zaaf olarak görmemek gerek. Buna bir kişilik duruşu olarak bakılmalıdır. Şiirinde olduğu gibi, hayatında hem gergin, hem titiz, hem de şaşırtıcı aşırılıklar içerir. Bu aşırılıklar onun taşkın mizacından ileri gelmektedir. Koşullara göre böyle değerlendirilebilinir.
Bunu iki dönem olarak ele almak gerekir. Bu oluşumu sağlayan, oluşturan koşulları anımsamada yarar var. Onun hayatının sürecini, koşullarını, psikolojisini ve dönemlerini kavrarsak söyleyeceklerimiz daha bir karşılık bulur.
KONAK
Yirmi odalı bir yapıdır. Bu konağın kapıları sanki kendiliğinden ya da gizli bir gücün etkisiyle açılıp kapanmaktadır. Merdivenleri gıcırdamakta; pencere ve kapı boşluklarından, sürekli içeri rüzgârlar girmektedir. Bu rüzgârlar eşyayı devindirmekte, evde bir şeyler olmaktadır. Kalabalık koridor ve sofalardan bir sel gibi akmakta, konağı gürültülere boğmaktadır. Evin içinde bir şeyler uçuşup durmaktadır. Konağın dışındaki sesler ile içeridekiler bir uyum içindedir. Sokaktan gelen ayak sesleri, bağırışlar, evin içindeki gizemli sesler. Burada ayraç içinde belirtmek gerekirse, bu iç oluşum Necip Fazıl’daki durumu da aynîleştiriyor. Algısını, bakışını, sezgisini ve hayat tarzını oluşturuyor ya da belirliyor.
Çocuk Necip Fazıl bir odada yalnız başınadır; cinler, periler adeta ortalıkta dolaşmaktadır. Konağın duvarları bir surun duvarları kadar kalın, sesini duyuramayacak kadar sağırdır. Bunun için, böylesi bir ortamda, vehmin onda nüvelendiğini düşünüyorum. Bu yalnızlık vehimli anlarında, bazen annesini seslendiği, yanına çağırdığını söyler. Gece sessizliğindeki en ufak bir ses, bir kıpırtı, onu ayağa kaldırır ve uyutmaz. Yatağına çakılıp kalır. Ev ile korku onda özdeştir.
ÖLÜM
Küçük yaşlarda kardeşi Selma’yı yitirir. Kardeşiyle aralarında geçen bir olay onda “ukde” olarak kalır. Kız kardeşi Selma ısırılmış bir elma ile yanına gelir: ” kuzum ağabeyciğim, büyük babamın sana verdiği bir lirayı ver de sana bu elmayı vereyim. Biraz ısırdım ama ziyanı yok.” der. Ondan elmayı aldığı, parayı verdiği için hayatı boyu üzülecektir. Hem elmayı hem de parayı kardeşine bırakabilirdi. Dolayısıyla çocuk Necip Fazıl, onun bu isteğini yerine getirmemiştir. Bir zaman sonra, Selma’nın küçücük bir tabutun içinde evden çıkarılışı, annesinin canhıraş ağlayışı, bir sürü kalabalığın tabutun peşinden gidişi, kendisinde iyice yer edecek ve bu olay hayatı boyu yakasını bırakmayacaktır. Üstelik bu, birçok eserinde adeta bir leitmovit olarak yer alacaktır. Birçok eserinde hüzünlü olarak yer alacaktır.
BÜYÜK BABA
Kendisini aile içerisinde en çok sevendir. Onu hediyelere boğar, yanından ayırmaz. O da dedesinin yanında kendisini büyük biri gibi hisseder. Bir muhafız gibi dedesinin peşindedir. Bağlandığı büyük babası, gözlerinin önünde, bir gün başı önüne düşer ve ölür. O an, ölüm bir soru olarak belleğine takılır. O diri, sevecen, hâkim, evin direği insan – bu yanıyla ve tam anlamıyla bir bütünlük gösterir. Ailenin dengesi onun üzerine kuruludur. – başı önüne düşüp ölünce, onu boylu boyunca uzatılmış halini görür. Dedesinin asla ölmeyeceğini ve yıkılmayacağını düşünmüştür. Dedesinin ayak parmaklarının üzerindeki örtü dehşet verecek biçimde durmaktadır. Sakalları yüzüne yapıştırılmış gibidir. Bunlar önemli ayrıntılar olarak belleğinde yer eder.
BÜYÜK ANNE
Bütün kuşkuların, korkuların ve vehimlerin belki de ilk kaynağı odur. Sinirli ve şaşkın bir insandır. Ayniyle döneminin bir prototipi.
Denizden korkar, vapura binmez, Sarıyer’deki köşke karadan gider. Ölümden korkar, yüksek yastıkta uyur, vs.
BABA
Onun hayatında büsbütün silik bir tip diyebilir miyiz? O, hayatında yoktur; ama baba imgesi onda bir öfke belirtisi gibidir. Ele avuca sığmayan, annesini terk eden, kendi hayatını yaşayan birisidir. Ona asla yakınlık duymayacaktır. Necip Fazıl’ın hayatında var ile yok arasındadır. Daha çok olumsuzlanacak biçimde vardır.
VE ANNE
Hayatının hüznü. Her zaman kendisine sığınak olan, yanından hiç ayrılmadığı tek varlık. Babası annesini terk etmiş, bir başka kadınla evlenmiştir. Bunun için babasına olan öfkesinin aksine annesine olan sevgisi, bağlılığı daha çoktur. Bahriye’de okurken, bir gün annesi okula gelir, Necip Fazıl ile görüştürülmez. O, annesini, uzaktan, bir ağacın arkasında seyreder ve ağlar. ( Bir Adam Yaratmak piyesinde de karşımıza çıkar bu olay -reyhan- ) bu onun hayatının bitmeyen ve tükenmeyen bir ağlayışıdır. Annesine çok düşkündür. Şiire başlangıca neden olan annesi değil midir ? Bir hastane koğuşunda şiire yönelişine neden oluşu.. Zaten anne, evde silik bir çehre olarak kalacaktır.
II.
Necip Fazıl, 1934 yılına kadarki -30 yıllık- hayatında yalnız başınadır. Dünya sadece onun etrafında dönmektedir. Davranışları, oluşları, ruhundan taşıp gelenler, ayniyle dışa vurur, taşar. Gerçi, tâ baştan beri üzerinde durduğumuz, çevresi yakınları ve oluşumu ile bu ilk devresiyle doğrudan geleceğiyle de ilgisi vardır. Daha sonra Abdülhakim Arvasi’ye bağlanınca, onun üzerinde adeta bir denetmen olarak bulunacak ve o, zaman zaman kendinden kaçacak, kaçtıkça kendisini bu çemberin içinde bulacaktır. Aslında onun bu hali bir kaçış değildir, kendi içindeki çırpınışıdır. Yaşamakta olduğu yeni hayatın onu kuşatmanın etkisiyle eskisiyle yenisi arasında bir çatışma yaşayacaktır, bu da doğaldır. Onun asıl alanı yeni olanıdır. Geçmişi bir kendinden kaçıştan ibarettir. Zaman zaman yinelediği vasiyetinde, kendisinin bir günahkâr olduğunu, bağışlanması için duada bulunulmasını, Peygamber Efendimizi çok sevdiğini, o sevgi uğruna bağışlanması için temennide bulunduğunu biliyoruz. Samimi bir Müslüman tavrıdır bu.
Öğrenimini, bir zamanların İslam duyarlılığını taşıyan önemli isimlerden aldığını ve onlardan etkilendiğini biliyoruz. Osmanlı terbiyesi ve eğitim geleneğinin onun üzerinde mutlak etkisi vardır. Ama bu bilgilenme yeterli olmayacaktır. Batı düşüncesinin bir moda halinde kuşattığı bir ortamda olmasında ötürü, o kendisini bohem bir çevrenin içinde bulacaktır. Bu, çekici bir alandır. Çevre koşulları, aydınların yönelimleri, eğitimin içinde bulunduğu durum Batı’ya dönüktür. Kuşkusuz bu ikilemli eğitim koşulları insanların kafasını karıştırmış bulunmaktadır.
Ürperti dolu, vehmin yoğunluğun içindeki bu genç şair, sürekli olarak bir arayışın içindedir. Beyoğlu, vehimden kaçış alanıdır. Kendinden kaçarken bir batağın içinde bulur kendisini. Ama o, hep bir umut bekler gibidir. En uç noktada olduğu zamanda bile, ondaki metafizik ürperişler, onu köklerinden gelen ruh dünyasına çekmektedir. “ Yunus Emre “ şiiri gibi yaklaşımların nedeni de budur. Dönemin eğitim imkânları yeterli olmasa da ruh dünyası onu asıl olana çekmektedir. Onun bir çırpıda Abdülhakim Arvasi bağlanışını öyle sıradan bir olay olarak göremeyiz. Onun ruh dünyasının varlığı onu bağlanmaya götürüyor.
Ürperti dolu, vehim içindeki şair, bir arayışın içinde, hep bir şeyleri arar olması onun gelecek ufkudur. Daha doğrusu yönelimidir. İçinde bulunduğu, büyüdüğü, yaşadığı konağın dışına çıkarken, arayışları onu savurur. Bu, bir zaman için bir baba sorunsalı imgesi ya da izleği midir; ya da ona inat bu dalgalı, fırtınalı hayatta kendini arama mıdır ? Ne olursa olsun o kendi kendini aramaktadır. İster istemez güz yaprakları gibi oradan oraya savrulur. Bu, onu, sık sık düş âlemine götürür. Onun için onda “ Ufuk kurnaz tilki “ gibidir.
“ Hasreti denizlerin
Denizler kadar derin
Ve o kadar bucaksız
Ta karşımda yapraksız
Kullanılmış bir takvim
Üzerinde bir resim:
Azgın sonsuz bir deniz
Kaygısız düşüncesiz,
Çalkanıyor boşlukta.
Ve resimde bir nokta:
Yana yatmış bir gemi.
Kaybettiği âlemi
Arıyor deryalarda.”
O, bir arayışın içinde ve bir buhran halini yaşamaktadır. Sonuçta arayışı sonuç verecek, o, menziline varacaktır. Burada da çok çalkantılı, sarsıntılı ve çileli bir dönem olacaktır onun için. Bohem hayatındaki başıboşluktan, büyük bir disiplin içinde, uzun yolculukta hayatın çilesini yaşayacaktır.
Ondaki endişelerin, çırpınışların, kaçışların nedenini burada aramak gerekmektedir. Bu döneminde, o, “ben” merkezli, “kop dağı’nda aradığını bulan özgün sanatçı bir insandır. Özdeki değişimi, onu çileye götürecektir. Aslında bir dönüm noktası olan süreci O ve Ben ‘de belirleyen ve anlatan da kendisidir. “ Ben kendilerini tanımadan dik bir kaya üzerinde gururla dünyaya karşı dikilmiş uyuz bir keçiyken, [onu] tanıdıktan sonra; yere inen ve geçtiği yol boyunca süt koyuveren memeleri şiş olmuştum.” der. Bir insan kendisini ancak bu kadar tanımlayabilir. Tanışma öncesinde, geçmişte; taşkın, azgın, bulanık bir sel gibi iken; sonradan, ondan bir nehrin çağıltısına, bir volkanın patlayışına dönüşür. Birinde deli dolu, bulanık, diğerinde aşk ve vecd dolu, duru bir akıştır. O zamana değin, içindekileri ne olduğu belli olmayanları azar azar verirken; birden, bunlar bir süt duruluğu ve aklığına kavuşur, coşkun ve duru bir nehre dönüşür Necip Fazıl.
Sanatı sanat olarak algılayan ve onun “fildişi kulesine” tırmanıp orada kalmaya ve bunları yaşamaya meyyaldir. O sarp yamaçta, inatçı bir keçi gibidir. Bir el onu yolundan çevirir. Bu onun asıl dönüm noktası olur. Çevresini şaşkına çeviren de budur, ondan beklenmeyen bir durum. Çevresindeki herkes şaşkına döner.
Necip Fazıl’ın yukarıdaki benzetmesi, aslında doğurganlığı [velûdluğu] yönüyle değerlendirileceği gibi, o gerçekte de bunu hedeflediği halde, Allah onu bu yoldan çevirmiş, aşk yoluna koymuştur. O aşk ki, bütün saltanatları, bütün dünyalıkları, şöhreti, varlıklı olmayı bir yana bıraktırmıştır. Biz onun bu dönüm noktasını tarihin geçen yüzyılındaki en önemli kesitlerinden biri olarak kabul ediyoruz. Kendisi ve Türk edebiyatı ve düşüncesi adına somut bir kesit. Ondaki başkaları için gübre olma duygusu da budur.
Onun bu ilk döneminde, eşya daralır, genleşir, esner, adeta insanın üstüne gelir, insanın ruhunu kuşatır. Sesler somut bir varlığa, bir hayalete dönüşür. İçinde burgulanır. Çocukluktan ve dönemden gelme ve vehmin kumkumaları depreşir. Tahta merdivenlerin gıcırtıları insanın ruhuna işler. Karanlık kent, daracık sokaklar, soğuk evler insanı kuşatır. Bacalar birer cin gibi tepesine üşüşür. Bu vehim ve korku insanı kentte bir hayalet gibi dolaştırır, insan kendinden kaçar. Kendinden korkar. Kendi gölgesinden, sesinden… Bu kaçış onu kentin dışına, doğa ile yüzleştirecek ve belki de hiç kimsenin olmadığı bir yere bir mağaraya götürecek. Çünkü o, insan kalabalığında da yalnızdır. Cinnet Mustatili ’nde anlattığı hapishane yalnızlığı onu cinnet noktasına kadar götürecek.
O kendi mağarasında kendi gerçeğini, ışığını bulacak ve kendisiyle yüzleşecektir.
III.
1934 tarihi Necip Fazıl’ın hayatında bir dönümdür, ama şiirinde bir dönüm değildir. O şiirinin devamını gerçekleştirir. Sadece geçmiş döneme ait bazı şiirlerini dışlar. Bu dönem onun için yeni bir çatışmanın başlangıcıdır. Birçok şiirini, birçok nedene bağlı olarak değiştirmek durumunda kalır. Yukarıda, şiirlerinin ruhundan olduğu gibi, ayniyle dışa yansıdığını belirtmiştik. Bundan böyle imgeler yeni açılımlara yönelecek, imgelem dünyası değişecek ve yeni bir alana kayacak, ruhsal denetim bir terbiyeden geçecek.
Gaiblerden bir ses geldi: Bu adam,
Gezdirsin boşluğu ense kökünde!
Ve uçtu tepemden birdenbire dam;
Gök devrildi künde üstüne künde…
Necip Fazıl’ın şiirinin ruhunda bir değişim yok, ama geçmişin bazı şeylerine pişmanlık duyacaktır. Bu yüzden birçok şiirindeki dizelere müdahalede bulunacak, yeni şiirlerini daha çok felsefi düşünceye doğru açımlayacaktır. “Çile” şiiri bunun somut örneğidir. Sonraki şiirlerinde daha İslamî öz ve ruhludur. Kendisi de geçmişten, yeni zamana geçişi “ Nur topu günlerin kanına girdiğini” sözleriyle ifade edecektir. Böylece, “güzel, adsız ve dilsiz” dostlarına, sevgililerine kavuşur. Nasıl, şehirden kaçma, “ Şehirlerin kölesi” olmaktan kurtulma isteği var idiyse; şimdi de, o denli dostlarına sığınma isteği baskınlaşır. Sık sık Abdülhakim Arvasi Hazretlerinin yanına, gölgesine sığınacaktır. O, eskiden bir köle gibi nefsine tutkuluydu, savrulup duruyordu; ama bu yeni döneminde bir tüy gibi hafifti. Her şey bir el’e bağlıdır; altındaki minderi çekip alacak kadar.
Dünya, onda gurbet; ölüm ve öte, öz yurdu olur. Çocukluğunda ölüm ürpertisi onu ne denli sarsıyor idiyse, bu yeni zamanda ölüm onun kapı komşusudur. Öz yurdunda bir an önce Sevgili’ye kavuşma arzusu belirgindir ve en baskın olanıdır. İstek ve şevk, coşku doludur. O, Sevgili’nin vapurunda paspas, kapısının eşiğinde köpek olma bağlılığı ve duygusu içindedir. Bu bağlanış Yunus Emre’nin bağlılığı gibidir. Onun şeyhinin eşiğine uzanışı gibi…
Ben’in ayak altına alınışının en belirgin yanı budur. Necip Fazıl’daki ben, bu bendir.
Korku da, vehim de yeni anlamlar kazanır. Hem gurbette olduğu, hem öz yurduna kavuşma umudunda olduğu, Sevgili’ye de ancak böyle varılabileceğini bilmektedir. Sevgili’ye varmanın bir bedeli vardır, acı ve çile yüklüdür.
“ Ateş “ bir gölgelik, “ kaynar su “da gülümseyecektir. Cesurdur, dayanıklıdır ve umut yüklüdür. Bu, onun neyi nasıl karşılayacağını ve nasıl bir hayata razı olacağını gösterir. Dünya ile öte Dünya arasında yalnızca bir perde vardır. Birlikte olacağı sevgili ve dostları, ölümle kurtulmuş olanlar seccadelerini oraya çevirmiş, onlarla ruhta buluşmuşlardır. Onlarla buluşmak anlık bir olaydır. Çünkü ölüm hemen yanı başındadır.
Necip Fazıl’ı durultan ve durulaştıran, sakinleştiren de vehim, korku ve ukdedir; onu asıl gerçeğiyle buluşturan da. Bohem ve sıradan bir yaşama tarzından kurtulmuştur sonunda.
Bir deli kafacıktım
Sonsuzluğa acıktım
Farzet denize çıktım
Su biter derdim bitmez.
der. Biz de buna eyvallah der, teslim oluruz.
Mavera Dergisi, nr. 80,81,82/1983.
( Ali Haydar Haksal – Necip Fazıl Kısakürek Büyük Doğu Irmağı kitabından )