Som Mermer Gibi
SOM MERMER GİBİ
Sezai KARAKOÇ
İnsan, şüphesiz eserindedir. Fakat, eserdeki “ben” brüt bir “ben”dir. Saf “ben”i bulup çıkaracak çok az okuyucu vardır.
Birde eserleri olmakla birlikte, onlardan taşan kişilikler vardır. Esere konan kadar olan yazarlar vardır. Eserine koyduğundan fazlasını hayatını koyan yazarlarda az değildir. Öyle ki, o, bir olağanüstüyü yaşar, eser vererek de sözleriyle de davranışlarıyla da.
Şair ya da yazar eserini ortaya korken, ondan önce ve ondan sonra nice düşünceleri, hayalleri, buluşları sarf eder, adeta savurur.
Andre Gide, Oscar Wilde’i bize anlatırken dehasını eserine koyduğundan çok hayatına koyduğunu belirtir.
Eserini dışında alelade olan ya da en azından alelade gözüken yazarlar ve şairler vardır. Eserinde da hayatında da aynı fevkaladeliği gösterenler olduğu gibi.
Kimi eserinin altında gözükür. Kimi eserinin üstünde. Kimi eserini aşar, kimisini de eseri.
Bunlar, yazarla şairle eseri arasındaki ilişki konusunda bir takım düşünceler. Bunları bir yazan, bir şairi tanımak için eserini yeterli bulsak bile, sıhhatli bir tanıklığın bu tanımayı daha da güçlendireceğine inanmamız gerektiğini belirtmek için söylüyorum.
Dün “her nefs, ölümü tadacaktır” kesin Allah buyruğu uyarınca toprağa teslim etmek zorunda kaldığımız merhum Üstad Necip Fazıl’ın da en büyük özelliklerinden biri, bu düşüncelerin ışığında tesbit edilebilir.
Üstad Necip Fazıl; eseri, sözleri, davranışları ve jestiyle bir bütün olarak düşünülmesi gerekli bir şahsiyetti. Bölünmez parçalanmaz bir bütün Necip Fazıl’ın şairliğini düşünürlüğünden, düşünürlüğünü gazeteciliğinden, gazeteciliğini yaşantısından ayırıp düşünemezdiniz. Bunların arasına bir mesafe koyamazdınız. Süreklice yaşıyordu, şiiri, düşünceyi din ve ahlâk, geçmiş ve gelecek düşüncesini. Necip Fazıl demek, öyle bir kumaş demek idi ki, onda bütün bu saydıklarımdan iplikler birbiriyle içice dokunmuşlar. En soyut bir düşünceden en somut bir eyleme geçiş mümkündü onun diyalektiğinde. Çünkü tümünü tek bir sentez halinde yaşıyordu. Işık gibi. Som mermer gibi.
Bir yaşantı ki, bir anda duyarlılık ağır bastığı için şiir oluyor bir an duruluyor, zekâ patlamalarıyla düşünce alanı gibi açılıyor, bir noktada da eylem, davranış ya da jest olarak gözüküyor.
Üstadın toplumumuzda zamanında ve yeterince anlaşılmamasında başka faktörlerin yanında bu özelliğinin de rol oynadığını sanıyorum.
O, klasik tariflere uyan şair, düşünce adamı, gazeteci ya da politikacı tanımlarından hiç birine uymuyordu.
Her kesimden etkinliği olan kişiler, bu sebeple onu izlemekte, değerlendirmekte ve teşhiste güçlük çekiyorlardı.
Onlar istiyordu ki o, kafalarındaki tanıma uygun olarak istedikleri kimse olsun. Oysa, o, bu ölçüleri ve çerçeveleri tanımıyor, mutlaka onları parçalıyor ve dışına taşıyordu. Şair olmasını istedikleri yerde düşünür olarak karşılarına çıkıyordu. Düşünür olarak kalmasını istedikleri yerde bir toplum düzelticisi gibi gözüküyordu. Oysa o, hep aynı kişiydi; yani adıyla sanıyla Necip Fazıl.