Beklenen Zuhur

BEKLENEN ZUHUR

1975’de, Milletlerarası İslâm Talebe Teşekkülleri 3. Genel Konferansı’nda…

Sizi, Türk Milletinin değil, içinde Türk’ün de eridiği İslam bütünlüğünün genç ve aydın temsilcileri sıfatiyle ve aşkla selâmlarım.

Sözlerim, her biri kâmusluk çapta tafsilât isteyen ve okyanuslara dökülse suların renk ve lezzetini değiştirecek bir kesafet belirten birkaç maddeden ibarettir. Türkiye’de İslâm dâvasının 30 küsur yıllık kavgacısı ve çilekeşi olarak, bu maddelerin sihirli bir musiki âhengiyle ezberlenmesini ve her birinin ipek kozaları halinde lif lif çözülüp İslâm ideolocya örgüsüne unsur teşkil etmesini dilerim. İslâm dâvasının birinci maddesi, bugünkü hâle niçin ve nasıl gelindiğinin tarih kıstasına malik olmak borcudur. Batı adamının yaban domuzları gibi ağaç köklerini kemirerek hayat sürdüğü orta çağ demlerinde, dört bucağı fil dişi, ipekli kumaş, kâğıt ve daha nice masnû eşya yüklü kervanlar çıkaran Mezopotamya havzasının mevkii, bugün Avrupa ve Amerika’yla yer değiştirmiştir. Harun-ür Reşid’in Şarlman’a gönderdiği 12 kapılı, her kapısından saat başı bir kukla çıkıp yine hücresine dönen meşhur saat karşısında o zamanki batı adamı nasıl apışıp kalmışsa, biz de bugün, aslında birer oyuncaktan başka bir şey olmayan garp âletlerine karşı, çenemiz düşük, mahkûm durumdayız.

Neden?

İslâm vecd ve aşkını ve o aşkın beslediği, eşya ve hadiselere tahakküm şevk ve zevkini kaybetmemizden… İşi satıhçı (diyalektik) ve ezberci yaftacılığa dökmemizden… Kur’ân emirlerini anlamak ve yerine getirmek ehliyetini elden çıkarmış olmamızdan… Kur’ân’da “Ben kulumu, eşya ve hadiseleri feth ve teshir etmesi için kendime halife olarak yarattım!” buyuran Allah, ne cilvedir ki, kelâmına inandığını söyleyip de uymayanlardansa, inanmayıp da uyanları dünyaya hâkim ve bizi onlara esir kılmıştır.

Evet; tek sebep, vecd ve aşkın, ve çocukları, büyük idrâk ve feth hamlesinin, cihad ideâlinin, insanlığı hakka ve kendine irca gayesinin kaybedilmiş olması…

Abbasîler devrinde gölgelenen ve paslanan İslâm, nihayet Orta Asya Çöllerinden kasırga gibi esici, yeni, insan ve kâinattan habersiz fakat saffetli ve lekesiz bir ırkın eline geçti. İsmi “Türk” olan bu ırk, ilk defa ruhunu İslâm teknesinde yoğurdu, düşünebilme haysiyetine İslâm’da kavuştu. Kahramanlıkla aşk ve imanı bir araya getirince de 16’ncı asra kadar dünyanın en büyük imparatorluğunu, (İmperium Romanum)a taş çıkartan imparatorluğunu kurdu; üç kıtadan ibaret medeniyet dünyasının kilit noktasına çöktü ve “seyf-ül İslâm”, İslâmın Kılıcı oldu.

Gerisi malûm…

Allah’ın devamlı ve en çetin imtihanı vecd ve aşkı uçup gider. Yerine, kuru ve kısır akıl, gurur ve azamet duygusu geçer. Garplıya ait (Rönesans) hamlesindeki sır ve hikmet çözülemez. Garbın, madde âlemine seyislik hünerini kazanmaya başlaması üzerine korkunç bozgun çığırımız açılır, taarruz devremiz sona erer. Nihayet “Tanzimat-ı Hayriye” ismi altında garbın “talimât-ı şerriye”sine boyun eğilir ve maymunları bile güldürecek kadar sığ bir taklit merhalesine girilir. Ortalıkta, ne doğuyu bilen, ne de batıyı anlayan, yamalı bohça ve pamuk ipliği ile sökük dikme inkılâpçılarından başka hiçbir tefekkür zümresine rastlanamaz. Bu gidiş bir asır kadar sürer ve nihayet yarım asırdan beri, tek çarenin İslâmı çöplüğe atmaktan ibaret olduğu anlayışına inkılâp ismi verilerek, Türk’ün ruh köküne kezzap dökücü, maddî ve manevî ağacını kurutucu, beyin kırışıklıklarını ütüleyici ve gönül dehasını körletici bir ruh kıtaline zemin açılır…

Bu son safha, Mustafa Reşid Paşa ve kumpanyası tarafından başlatılan cereyanın kemâle erme hengâmesidir ve artık kemâl hâlindeki kötülüğün zevale yüz tuttuğu kapı -müjdeler olsun- açılmaya başlamıştır.

Şahıslarınızda İslâm âlemine hitap ederek en yüksek sesle bildirmenin günü gelmiştir ki, 11’inci asırdan 16’ncı asra kadar Türk’ün elinde yüceltilen İslâm, sonunda Türkiye’de bozuldu ve islâmlık iddiasındaki her yerde aynı hâle geldi. Şimdi ancak Türkiye’de düzeltilmelidir ki, her yerde düzeltilebilsin… Bu, asırlarca İslâmın kılıcını elinde tutmuş olan Türk’e, tarihî bir kader olarak Allah’ın verdiği bir imtiyazdır ve bu imtiyaz noktasına birleştirici mihrak gözüyle ve dikkatle bakmak lâzımdır.

Hemen noktalayalım: Benim ve hamurunda parmak izlerim bulanan yepyeni ve dipdiri mukaddesatçı Türk Gençliğinin ırkçılık ve kavimcilik diye bir dâvamız olamaz!

Ankara Üniversitesindeki bir konferansımda “Eğer gaye Türklükse, bilmek lâzımdır ki, Türk, Müslüman olduktan sonra Türktür” diyen ben, ille ırkçılık ve kavimcilik mevzuunda bir suale hedef tutulacak olursam, tereddütsüzce, dünyanın en üstün ırk ve kavim vakıasını, merkezindeki mukaddes varlık zaviyesinden Arapta bulduğumu söylerim. Ama bugünkü Arap değil, dünkü Arap… Tıpkı bugünkü Türk değil dünkü Türk…

Bugünkü İslâm dünyası, istisnasız, dünyanın her tarafında kaidesi mümin ve müslim, zirvesi de kâfir ve mürted bir ehram manzarası arzediyor. Kaide halk, zirve de güdücüler… Türk’ün güdücülüğünden neticede Haçlılar sayesinde sıyrılan ve istiklâlini bulan islâm devletlerinden bir çoğu, Türk’ün zaafı yüzünden elde edebildikleri bu bağımsızlığı kendi kuvvetleriyle tahkim edememişler; ve bu defa, İslâmın Türkiye’deki hazin macerasını, türedi idarecileriyle, Türk rejim ve güdücülerini kopya ederek benimseme yoluna girmişler, zaman ve mekâna liyakat ölçüsünü bu gidişte bulmuşlardır. Şu anda İslâm ülkelerinin başında bulunanlar, ekseriyet ifadesiyle, aynı kalıptan dökülen sabit (motif)ler gibi, belli başlı ve mücerret bir tipin maketlerinden ibarettir.

Menbâını, mansabını, özünü ve hakikatini bilmedikleri bir sosyalizma modası… Biz ona sosyalizma uyuzu diyoruz…

Dünyamızın devlet başlarından kimi, yurdunda ramazan orucunu resmî tamimle yasak edecek derecede küfründe zalim, kimi de şeriat müdafaasında kalbî samimiyet ve siyasî dirayetinden şüphe verecek kadar atılgan ve toy… Ve hemen hepsi, İslâmın ulvî, (ideoloji) ve üstün (strateji)sinden gafil, cahil ve fikirsiz… Bunları hep aynı mücerret tipin kabında şekillendiren batı, yahudilik, masonluk ve emperyalizm ajanları pek âlâ takdir etmektedir ki, İslâm âlemi böylelerinin elinde oldukça kendisi için hiçbir tehlike mevcut değildir. Gerçek mânada bir islâm dâvası fışkırışına yol açılacak olursa da, top-yekûn İslâmiyet, bu ajanların taşıyacağı bayraklarla 20’nci veya 21’inci asır “ehl-i salib”ini karşısında bulacaktır. Bu “ehl-i salib”e, mutlak küfür bayrağı “orak-çekiç” bile katılmakta tereddüt etmeyecektir.

Arap âleminin, nimet olduğu nisbette belâ habercisi petrol… Bu hayatî cevher, Allah tarafından, ruh müdafaası yanında ne büyük bir madde muhafazasına memur edilmiş olmanın çilesini telkin edeceği yerde, tembellik, hazır yiyicilik, vurdum-duymazlık karakterini nemâlandırıyor. Bu hâl de, “şimdilik” kaydiyle ve bir gün tepeden inmek üzere fırsatları her ân gözlemek şartiyle batıyı fevkalâde memnun ediyor.

Petrol, batının gözünde, herşeyden habersiz müslümanlara, bazı rekabetler yüzünden şimdilik emanet olarak bırakılmış bir “âb-ı hayat”tır; ve yarın bu rekabetler arasında bir ortaklaşma, uzlaşma veya büsbütün hesaplaşma ve kapışma meydana gelir gelmez, mutlaka tepesine çullanılacak, kapanda bir av mahiyetindedir. İslâm dünyasının bu incelikten haberi, bu azîm tehlikeye karşı (strateji)si ve nimeti hak etme gayreti mevcut değildir.

İslâm dünyasının, doğu ve batı arası mahsup sırlarını çözebilen, ezelî olduğu kadar ebedî hakikatlerini karşı dünyaya tatbik ehliyetini belirten, içini ve dışını muhasebe kudretini gösteren ciddî ve üstün çapta mütefekkirleri yoktur. Olanlar da, bazı sahte reformculardan, aklı bilmez ebleh akılcılardan ve kaba satıh mühendislerinden başkaları değildir… İslâm âleminin dünya ve kâinattan habersizliği öyle fecidir ki, aziz ve mukaddes dâva adına nerelerde, kimler tarafından, neler yapıldığı ve ne gibi davranışlar gösterildiği, eserler verildiği bilinmez! Meselâ huzurunuzdaki çilekeş fikir adamının eserleri batı dillerine çevrilir, yeni Türk Gençliği üzerindeki emeği Avrupa’da ve İsrailde takip edilir de İslâm Dünyasında tanınmaz. Sahnede, bir takım âdi ve pespaye her türlü temsil vasfından uzak, kendi kendilerinin satıhçısı bir takım manevî gümrük simsarlarından başka kimse görülmez! “Dostlar alış verişte görsün!” kabilinden kurulan dernekler ve tertiplenen kongreler, konferanslar, kanser hastasının yüzündeki sivilceyi görmekten ileriye varamaz! Dâvanın ilâcını isimlendirmek şöyle dursun, eczahânenin adresi bile öğrenilemez! Güneşin doğuşiyle batışı arasında 12 şer saatlik, gününü gün etme bataklığında meseleler süründürülür ve yarına, düzlük ufkuna çıkma problemine ait hiçbir ıstırap yaşanmaz, kurtarıcı ıstıraptan zerre miktarı istidat vaadedilmez!

Şark nedir, Garp nedir, bunlar hangi yollardan gelmekte, hangi noktalarda çatışmakta ve sonunda ne hâle gelmiş bulunmaktadırlar? Şarkın ruhta akamet ve garbın maddede hakimiyet sebepleri? Nihayet bunca keşifleri içinde garbın, anaforuna yakalandığı büyük buhran nasıl izah olunabilir ve topyekûn insanlığa hasretle beklediği nizam ve ruhî mesnet, İslâmdan gayrı hiçbir yerde bulunmadığı teziyle nasıl arzedilebilir? Bütün bu canavar sualler Mısır’daki (Sfenksebül-hevl)in korkunç tebessümüne karşı gizli ve cevapsızdır. İşi mücerret ve (metafizik) plânda ele almak haysiyeti bir tarafa, en adî müşahhas ve madde çerçevesinde görebilecek göz unsurundan bile yoksunuz!

Şu sualin bile cevabını ve hareketini hazırlamış bir ülke misâline malik değiliz! İşte sual: Taklitçisine kendinden diye bakmayan ve onu bahçe kapısından içeriye almayan batıya karşı maddî ve manevî korunma, hiç olmazsa korunma (strateji) ve (taktik) fakültelerinden ders alacağımız gün nerededir?

İslâm âlemi muazzam bir zuhur bekliyor! Bütün vahidleri yerli yerine koyacak, İslâmı dünya çapında bir murakabe süzgecinden geçirebilecek, kurtarıcı sistemin sadece islâm olduğunu laboratuvarlara tasdik ve vicdanlara kabul ettirecek, ülke ülke cereyanlarını kanalizasyon kanalları gibi kurutabilecek ve ilaçlayacak, tarihinin sahte ve gerçek kahramanlarını siyah ve beyaz katiyetiyle birbirinden ayıracak ve ayıklayabilecek bir zuhur…

Bunu sade biz beklemiyoruz. Mütefekkir tarihçi (Toynbi) ve bazı garp düşünce adamları da, artık hıristiyan medeniyetinin miadını doldurmuş ve istikbâlin İslama geçmiş bulunduğunu söyleyerek, kaygı ve korkuyla aynı şeyi beklemektedir. Halbuki biz halimizden kaygı ve korku duymamaktayız.

Bu zuhurun meydana gelmesi, ehramda zirve noktasını tutması, etekleşmesi ve kaideye inebilmesi için devirmekle mükellef olduğumuz dört engel var.

1- İdarelere hâkim taklitçiler ve sahte devrimciler engeli…

2- Yahudilik, Masonluk ve Kozmopolitlik emrindeki garp işportacılığı engeli…

3- Beşyüz yıla varan ve artık dölleşen bir irsiyet neticesinde şimdi yılgın, bitkin, ölgün ve ezgin marka müslümanlarının cehalet, gaflet, hamakat ve atalet engeli…

4- Sonunda nasıl olsa karşı harekete geçmeye mecbur batı emperyalizması ve belki beraberinde getireceği komünizma engeli…

Dâvayı tek tek içeride hâl ve tesviye, sonra topyekûn İslâm âleminde hâl ve tesviye, daha sonra Batıda hâl ve tesviye, en sonra da insanlıkta hâl ve tesviye…

Büyük ideal budur! Ona varılabilir mi, varılamaz mı diye de bir istifhama yer yoktur! İdeal bu olmadan her biri en aşağı 25 senelik mühlet isteyen kademelerden hiçbirine varmaya imkân düşünülemez ve rüyaların ille ve hemen maddeye nakşı beklenemez. Her ideal önce bir rüya olduğuna göre bu dâvanın rüyasına erişilse yeter! Tarihin milyara yakın bir topluluğa yükseldiği, destanlık mikyasta zor, dipsiz fezayı kucaklayıcı kollar isteyen en büyük meselesi, İslâmın dâvası, bazılarına mecnun bir hayal gibi görünse de budur!

Her türlü bedavacılık ve meccanilikten müstağni İslâm dâvasının, bugün içte ve dışta arzettiği müthiş çetinliktir ki, bize mukaddes emaneti teslim eden Allah Resulüne liyakat borcunun mucize çapında bir ifadesidir. Bir sual daha var: Bu zuhur nereden gelebilir?

Daha dün, İslâmın kendisinde bozulup da her yerde bozulduğu ve şimdi onda düzelirse her yerde düzelmesi gerektiği yerden… Belki minarelerinde Allah Resulünün isimleri çınlayan her yerden… Böyle bir tecellinin zuhur istidadı bakımından bazı hususi mânalarla alâkamız olsa da bu bahiste hiçbir madde ve coğrafya taassubumuz bulunmadığını kaydederek bildirelim ki, böyle bir zuhur ihtiyacı mutlaktır, ve islâm mutlak olduğuna göre onun da nereden olsa gelmesi icabediyor.

Huzurlarında bulunduğum İslâm dünyası aydınlarına, dâvayı hasis ve cüce siyaset dışı ve yalnız mücerret fikir ve ilim göziyle bu çapta vazederken, özlediğimiz zuhurun şimdi bu çatı altında bulunanlardan bir topluluğa nasip olması ihtimaline kadar yer verdiğimi ve ümid beslediğimi kaydederim.

İnsan ve cemiyet, kendini hesaba çekmek kalitesine ulaşınca aradığını bulur.

Sözlerimi, Kâinatın Efendisine ait kâinat çapında bir Hadîs ile mühürleyeyim:

“Hesaba çekilmeden nefslerinizi hesaba çekiniz.”

(Hitabeler, Büyük Doğu Yayınları, 8. Baskı / s. 239-246)

Share

You may also like...

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.