Beklenen Sanatkâr Hitabesi
BEKLENEN SANATKÂR HİTABESİ
Birinci Dünya Harbinden bugüne kadar sanat hayatımız üzerinde verilmiş hükümlerin özü toptan ve kabaca şudur:
– Sanat yok, sanatkâr yok, hareket yok! Yeni nesil kuvvetsiz, gayesiz, nizamsız… Nerede beklenen sanatkâr?..
Bu hükmün görebildiği şey bir hastanın derisindeki uçukluk gibi vakıanın en üst ve en sığ tabakasıdır. Kimse bu vakıanın dibine inmeye, bugünkü neslin içinde kopan faciayı kökünden seyretmeye, sanatın bütün dünyada geçirdiği ihtilaçlardan bugünkü Türk nesline düşen payı aramaya ve sormaya zahmet etmiş değildir.
Son elli seneden beri insan kafası yalnız bir şubede değil, bütün hayat ve bütün madde üzerinde korkunç bir tecrübeye girişmiş bulunuyor. Bir minareden seyrettiğimiz kaldırım taşlarının üzerine burnumuzu dayayarak bir kirpik mesafesinden görebilmek için kendimizi minareden kaldırıma fırlatışımıza benzeyen bu tecrübe, dünle bugün arasında, anlayış ve görüş farkı olarak bir Süveyş Kanalı değil, bir okyanus açtı.
Sanki yeryüzünde bir âfet olmuş, küreyi cin çarpmış, bir karpuz kabuğu yerine bir dünya parçası akıntıya kapılmıştır. Birçoklarının işleye işleye bitiremediği ve her okur-yazarın bilmediği bu deri değiştirme değil, kemik değiştirme hadisesi, köhne evimiz dünyanın bacasından bir yıldırım çevikliğiyle içeriye dalmış, her odanın bütün eşyasını tavan arasına kaldırmıştır.
Bir müzayede salonu kadar büyük sanat odasında tek bir reis koltuğu yok. Eski atlas sedirlerin yerinde vücudumuzun neresine göre yapıldığı meçhul kaplumbağa çiminde emeksiz, çilesiz, hünersiz, dört ayaklı oturaklar… Bu anafor, yoklara karıştırdığı eşyanın yerine bunları mı getirdi?..
Beride (Hügo)nun gömleği, korkusundan (Şiller)in çoraplarını göğsüne bastırmış bekliyor. Ve hepsinden felâketlisi, hasırı sökülmüş cılk tahtaların bir teneşir ayazıyla estiği, her cismin ve her hududun fevkinde bir boşluk, bir çıplaklık.
Bu değişmenin sebep ve hikmeti ne olursa olsun netice meydanda:
19’uncu asrın sonuna kadar hayatın her şubesinde üstüste yığılan kıymet miyarlarını bugünün anlayışı, onların yerine yenilerini koyduğu için değil, fakat onların bayatlığını, kofluğunu, kifayetsizliğini sezdiği için harman etmiş ve külünü rüzgâra savurmuştur.
Bir İngiliz hanedan evinin (şömine)si başındaki meşin koltuk halinde yedi cedden beri elden ele teslim edilen ananeden, bugünün çocukları sanki “babamızın babamız olduğuna inanmıyoruz!” der gibi hiçbir miras kabul etmediler.
Meyve yüklü bir ağaca benzer kafasının her dalında, içice mânalar halinde Allahı, peygamberleri, melekleri, şeytanı, Cennet ve Cehennemi kademe kademe asılı duran dünün, inanmış, vecdini bulmuş sanatkârı yanında, bugün inanmayan, hiçbir gıda ile doymayan, hiçbir kalıba sığmayan, başının etrafındaki iman güvercinlerini imdadına çağırdığı kadar onların yoluna en biçimsiz korkulukları diken, sevimsiz, rahatsız, yüzü ıstırap, istihza ve hakaret dolu bir mahlûk,bütün dünyada bellibaşlı bir sanatkâra değil, bugünün müşterek ruhuna ait bir remz… İman kaybının neticesi…
İman ve gaye bütün insanlık için esastır. Fakat nasıl bir iman ve nasıl bir gaye?
Dünya bugünkü hamleye hazırlanırken memleketimiz “Tanzimât-ı Hayriye” serlevhası altında kısır bir Avrupalılaşma hareketine girişiyordu.
Bu hareketin bayraktarı, Avrupa’da elçilik veya talebelik ederken (Sen Mişel) bulvarında halka mahsus kocaman bir kütüphane olduğunu hayretle görmüş, (Hayd Park)da bir adamın dilediği gibi halka hitap edişini gözleri faltaşı gibi açılarak seyretmiş, (Versay)da yüzlerce musiki aletinin konserini düşük çerıesiyle dinlemiş, (Şarlutenburg) sarayının gül bahçesinde kendinden geçmiş basit bir İsviçre köylüsünün ruh haletini taşıyan bir zümredir.
Bu zümrenin memlekete hediye ettiği kıyafet de, aynı köylünün Berlin’de köylülere hazır elbise satan bir mağazadan çıkarken kırıta kırıta sırtında taşıdığı ruba…
İçinde yaşadığı cemiyetin bütün duygularını kucaklayamamış da olsa, dili annesinin dilinden ayrı bir karagöz diline de benzese, sahası bir deniz gibi hayatın bütün kıyılarını tutan bir genişlik yerine kuyu gibi derinliğine muayyen birkaç his darlığına sıkışmış da olsa, şahsiyetinin, ferdiyetinin en yüksek derecelerine varmış olan eski saf ve mükemmel divân şairi bu rubayı giyince, meydan adi bur mukallide kaldı.
Hintlilerin maymun avlamak için harikulade bir usûlleri varmış… Maymunların üzerinde dolaştığı ağaçların dibine ağzı dar bir küp gömerler ve küpün içine fındık doldururlarmış… Maymunlar görsün diye de ellerini küpe sokarak birkaç fındık alırlar, yerler ve giderlermiş.. Maymun fındığı avuçlamak için elini küpe sokup avuçlarını alabildiğine doldurur, fakat şiş avucu küpün dar ağzından geçmediği için kolunu küpten çıkaramaz, bir türlü avucundaki fındıkları bırakmayı akıl edemez ve böylece gözleri güya zekâ ve şeytanlıkla parlaya dursun, avcısının eline düşermiş…
Hazımsız ve anlayışsız taklit psikolocyasını ifade için bu misalden başka ne söylenebilir?.. Tanzimattan sonraki Türk sanatının da kolu, hem de içinde yalnız fındık kabuğu bulunan bu küpte büyük harp sonuna kadar bekledi.
Arada (Bodler) ve (Rembo) gibi bugünün, hatta yarınm sanatkârlarından halis numuneler gelip geçtiği devirde, okuduğu, konuştuğu yegâne lisan Fransızca olan, ne Türk, ne Arap, ne İslâm, ne gâvur, ne Avrupalı, ne Asyalı, (lövanten) bir mektep, (Müse) ile (Sülliprüdom)un tuzlu gözyaşlarından başka içecek su bulamamıştı.
(Edebiyat-ı Cedide) devri şahsiyetli eser vermeyi değil, kimlerin taklide değer olacağını bile takdir edememiş, baş şairi (Müse)den ve baş romancısı (Gonkur) biradelerden ilerisini anlayamamış bir zevk ve idrak haremağalığı devridir.
Nihayet bu fındık küpünün üstüne bir balyoz indi. Bu balyozu indiren de ne yeni nesil, ne eski nesildir. Bir kelime ile hayattır.
Hayat kendi ilerisinde ve kendisine hâkim yürümesi lazımgelen kıstasların seviyesini kendi kendine aşmış, dalga yolcuyu sandaldan evvel götürmüş ve kayık geride parçalanmıştır. İşte bu günkü bahtsız neslin içinde bulunduğu şartlar…
Bir şatonun mancınık güllesi yerine üfürükle yıkılması gibi ölümlerin en şerefsiziyle rakipsiz, mücadelesiz ölen evvelkiler için ne hazin akibet, bugünküler için ne korkunç bir ders ve istikbâl!..
Şimdi bize, bütün dayanaklarını kaybetmiş bir cemiyette, evvela, dayanak hazırlayıcısı bir ideâl zemini kurmak ve sonra onun üstüne bütün bir sanat binası oturtmak düşüyor. Çilelerin çilesi!.. Kısaca:
Yeni nesil ufak tefek farklarla dünyanın her tarafında olduğu gibi memleketimizde de bir (Kaos) içindedir.
Sanatın (A)sından başlayıp (Z)sine kadar her şeyi tam bir halis olarak tesis etmek ona düşüyor.
Dilini daha 20-25 sene evvel bulmuş ve sonra kökünden kaybetmiş bir nesil bundan sonra okuyucusunu, seyircisini, dinleyicisini meydana getirmeye ve onun yanıbaşında, miyarlarını, ölçülerini, yasaklarını, yani kendisini ortaya koymaya mecburdur.
Tohum o, toprak o, ağaç o…
Bir Türk edibinin saman ekmeğinden yetiştiğini söylediği ve yüzü saman renginde olan bu nesil, işte bu davanın karşısında. Bu neslin şeref ve necâbeti, şimdiye kadar verdiği eserlerin hiçbirisiyle değil, yıkmaya mecbur olduğu Kafdağının heybetiyle mütenasiptir.
Sanat yok, sanatkâr yok, hareket, hararet, kıymet yok. Yeni nesil kuvvetsiz, gayesiz, nizamsız… Nerede beklenen sanatkâr?
Beklenen sanatkâr yolda!
Eğer fazla yaklaşınca göreceği manzaraların dehşetinden ürküp geriye dönmezse…
Beklenen sanatkâr, yenisi beklenirken kurutulan ve 5 aylıkken düşürülmüş kavanoz çocukları haline getirilen soydan değil, iman vecdi içinde gelecektir.
Bekleyelim!…
(Hitabeler – 6. baskı – Sh. 47-51)