Fikir Ahlâkımız

FİKİR AHLÂKIMIZ

”Sana, san’at ve fikir ahlâkımızdan tam 15 madde göstereyim:

Birinci madde:

Kendimizden başka herkes hakkında peşin hükmümüz:

“Başkasından bir şey çıkamaz!”

Gözümüze ne çarparsa çarpsın; eser, kitap, hamle, hareket, tavır, edâ, her şey karşısında hemen bu gözlüğü takarız. Ve gördüğümüze göre değil, gözlüğümüze göre teşhisimizi yapıştırırız:

“Metelik etmez! Aşşağının bayağısı! Kötü!”

Zira, asıl ölçü merkezi, dudaklarımızda değil kalbimizdedir:

“Başkasından bir şey çıkamaz!”

Bir inanmayış ki, tersinden bir inanış olarak ifade edilse, inkâr softalıklarının en kabası şeklinde meydana çıkar.

Okumayı, anlamayı, dinlemeyi, duymayı, bakmayı, görmeyi, elemeyi, bulmayı, denemeyi, bilmeyi, hâsılı birinden bir şey ummayı aptallık sayarız. O evvelden mahkûmdur. Sevimli olması, hattâ dehâsını tasdik ettirebilmesi için tek çare, yazması, çizmesi, konuşması, davranması değil, susması ve huzurumuzda el pençe divan, silinip gitmesidir. Eğer dâvasında ısrar eder, karşımıza her çıkışında aynı fikir ıztırabının kasvetli suratını takınır, aynı şeyi birkaç kere tekrarlarsa ismi hazırdır:

“Deli!”

Bir adamı, bir iddiayı, bir ifadeyi, bir tezahürü, bir hamlede kavrıyan ve bellibaşlı unsurlara irca edip, ya hemen ve topyekûn iptal, yahut hemen ve topyekûn alâka işareti veren keskin sezişlerin hakkı inkâr edilebilir mi hiç? Fakat kaynağı fikrî olan o sezişle, kaynağı ahlâkî olan bu inkâr ediş arasında, çöl arslaniyle (bonmarşe) arslanı farkı var.

İnkârlarımız, vicdanımızda bir görüş ve ölçü kutbunun itici ve çekici hükümlerine değil, ahlâk bozukluğu yasamızın “Başkasından bir şey çıkmaz!” hükmüne dayanır.

İkinci madde:

Ustayı, bizi doğuran ve yetiştiren tesiri red ve iptâl temayülümüz…

Yıkık bahçe duvarının en yüksek taşına çıkıp, caka ve şatafat içinde körpe kanatlarını çırpan, ilk ötüş tecrübesi yapan delikanlı horozlar gibi, her piliç kalem, piliçlikten horozluğa doğru nefsanî bir bulûğ humması geçirir geçirmez, tesirinden foğduğu adamı,yâni ustasını red ve irtâl temayülüne düşer:

“Ö, ö, ö, öööööö!!! Meydan bizimdir! O da yok, Şu da yok da yok! İşte san’at ve fikir güneşi bizimle doguyor! Ne dün var, ne yarin! Ö, ö, ö, öööööö!!!”

Bu zamana kadar şahidi olduğumuz nesil kavgalarının bütün kıstas değeri bundan ibaret…

Halbuki red ve iptâl hakkı, tasdik ve imân borcuyla yanyana, son derece ulvî bir nefs muhasebesinden doğar. Onun sahibi, yatağına oturur, başını iki dizi arasında sıkıştırır, kendi içine ve dışına dalar, daldıkça dalar, daldıkça dalar. Mâzisi ve istikbâliyle, dostu ve düşmaniyle, ustası ve çırağiyle hesap görür. Kendisine ve başkalarına ne borçludur. Kendisinden ve başkasından ne alacaklıdır, hangi ruhî ve içtimaî şartların mirasıdır, hangi ruhî ve içtimaî miras hazırlamaktadır, nihayet taşırdığı veya içinde kaybolduğu maddî ve mânevî hâdler nelerdir; düşünür, düşünür oğlu düşünür. Sonra ebedî ve esasî bir kıymet ölçüsüne varır ve artık dilediği gibi red ve iptâl eder.

Bizde bütün bu ıztırablı işler yok; aksine, gıdıklanan insanların, üzerlerine bir el uzanır uzanmaz ürkek bir hareket yapmaları gibi, menfî bir ihtibâsın insiyakî ifadesi hâlinde, ustayı, tesirinden doğduğu adamı, âile ve an’aneyi red ve iptâl etme temayülü vardır.

Buna, astar tarafından giyilen elbiseler tarzında, tesir altından çıkmanın değil, ters cephesiyle tesir altında inlemenin misali derler!

Üçüncü madde:

“Zekâ, istihzadır!” telâkkimiz…

Zekâ… İlâhî nimetlerin en büyüklerinden biri… İlk insandan beri zekâya kötü ve lüzumsuz bir şey göziyle bakan kimse çıkmadı. Onu, bütün devirler boyunca bütün insanlık ister, sever ve beğenir. Âlâİlâhî nimetlerin en büyüklerinden biri… İlk insandan beri zekâya kötü ve lüzumsuz bir şey göziyle bakan kimse çıkmadı. Onu, bütün devirler boyunca bütün insanlık ister, sever ve beğenir. İstihzayı zekânın su içtiği tek çeşme sananlar, bu çeşmedeki musluğun kaç türlü çevrilişi olduğunu, her çevrilişte nasıl bir kıvam teşekkül ettiğini, her kıvamın kaç mâna taşıdığını bilmedikleri için, bu musluğu bir hamal gibi açarlar, bir hamal gibi alay ederler. Neticede bu hareket, bellibaşlı bir fikir ve duyguya sahib bir ruhun gizlediği kıymet hükmünü, onun peçeli sitemini ihtar eden zerafetli bir oyun olmaktan çıkar. Her moda şey gibi. Kolaylığa, kabalığa, bayağılığa, fenalığa kaçar.

Bizim istihzamız da bu soydandır ve ismi zekâdır! Onun içindir ki, bizde arkadaşını en iyi tahlil eden, onunla en iyi alay eden sanılmıştır. Ve yine onun içindir ki bütün fikir ve sanat piyasamız, kâbuslardabile rastlanamaz cehennem tasvirleriyle dolu bir resim sergisidir:

Çekirge vücudu üzerinde at kafası taşıyan romancılar… Semiz bir domuz gibi burnu yerde, süprüntüleri bile karnına çekercesine dolaşan şairler… Akşam üstü bilmem hangi pastacıda bir kurabiye yedikten ve gece tatlı bir rüya gördükten sonra sabahleyin müthiş bir sefahat yaptığını ilân eden mütefekkirler… (Frak) giymiş tahtakurularına benziyen âlimler… Ve daha neler, neler, neler…

Dördüncü madde:

Kıskançlık… Yüzümüzün, merhemsiz, sargısız, peçesiz çıbanı… Bir taşın üzerine çıkıp:

“Kıskanıyorum!!!”

Diye avaz avaz bağırmamak ve tepim tepim tepinmemek şartiyle kıskançlığın bütün tezahürleri mübah sayılır.

Mahalle aralarında, kıskançlık yüzünden, hiçbir kurşuncu ve üfürükçünün deva bulamadığı esrarlı hastalıklarla eriyen genç kızlar, bizim misallerimiz karşısında iffet ve saffet örnekleri…

“Kıskançlık nedir?” diye bir de Tasavvuf adamlarına soralım:

“Ruhumuza ait öyle bir maraz ki, başka her illetin çaresi var, onun yok…”

Sokaktan geçen bir kadına bir erkek, nihayet bir sihre kapıldığı ve buna kapılmaktan kendini alıkoyamadığı için bakar. Ya bir kadın, başka bir kadına nasıl bakar, dikkât ettin mi? Aynı cinsten şeylerin birbirlerine üstünlük göziyle bakışları korkunçtur. Kadının kadına, köpeğin köpeğe, sahte imamın sahte imama, 63 numaralı vapurun 71 numaralı vapura, muharririn muharrire bakışı, vesaire vesaire…

Doğmıyacak bir günün şafağında eserini kaleme almaya niyetli bir müstakbel dehâ tanıyorum ki, dostu diye andığı bir muharririn gûya muvaffakiyet kazanmış bir eserini, baştan başa aleyhinde bulunarak Avrupada tedavide bulunan karısına göndermiş, karısı da, eseri, son sahifesine tek bir kelime ekleyip kocasına iade etmişti:

“Kıskanma!”

Yarı yoldan ziyade kıymete yakın, yarı yoldan ziyade şahsiyetsizliğe uzak bir adam mısınız?

Yazı yazmayınız, eserinizi; yazmamak etmeyiniz, niyetinizi; konuşmayınız, talâkatinizi; susmayınız, temkininizi; sevinmeyiniz, neş’enizi; ıztırap çekmeyiniz, tahammülünüzü; giyinmeyiniz, elbisenizi; soyunmayınız, vücudunuzu; iş sahibi olmayınız, nüfuzunuzu; işinizden atılmayınız, kahramanlığınızı; ve elinizdeyse yaşamayınız, her şeyinizi; ve yine elinizdeyse ölmeyiniz; kefeninizi kıskanırlar!

Tanrıkulu, yüzünde fevkalâde rahatsız bir tebessüm, sustu. Bahsinin yükü omuzlarına çökmüş gibiydi.

-Devam buyurun, devam buyurun!

Diye haykırmaktan kendimi alamadım:

-Devam buyurun! Kurtarıcı teşhis sizin bu sözlerinizde…

-Bekle, dedi, bu mevzuun kasveti altında bunalmamak için biraz nefes alalım ve ciğerlerimizdeki havayı yenileyelim. Sonra gene (otopsi)mize devam ederiz.

Beşinci madde:

Karşılıklı meddahlık…

Pazarlıkların en sefili tarzında açığa vurulmuş bir düstur… Utanmadan, sıkılmadan, çekinmeden söylerler:

-Beni medhedeni ben de medhederim!

Bir gün, şair tanınmış bir zat bana demişti ki:

-Bu, böyle! Beni medhetmeyeni methedemem!

Medhin yolu, lisandaki kaba medih kelimelerini, herhangi birisi hakkında ulu orta kullanmaktır. Yoksa o kelimelerin bir araya getirilmesiyle kurulacak bir görüş terkibi, bir fikir dizisi düşünülemez. Zahmete ne hacet! Kelimelerin kendi kendine taşıdığı âdi ve başıboş delâletler kâfidir:

Büyük, güzel, parlak, yüksek, derin, keskin… Ve dolayısiyle büyük şair, güzel eser, parlak buluş, yüksek düşünce, derin duygu, keskin cümle…

Çakıl taşları kadar bol ve ucuz olan bu kelimelerden biriyle okşanmış bir yazıcı, onlardan biniyle mukabele eder. Karşılıklı medih kurnasına otururlar. Yağlı ve pırtık papellere benzeyen kelimelerle dolu kurnanın pis suyunu birbirinin başından dökerler. Su, aktığı yerde toplanıp tekrar musluklar vasıtasiyle kurnaya iade edilir ve oradan tekrar başlara ve tekrar yere ve tekrar…

Her ayağa göre potinlerin bile ayrı numaraları varken, medihçi, en mes’ul kıymet sıfatlariyle şahıslar arsındaki tenasüp derecesini aslâ göstermez. Muhteşem kâinat tenasübü ortasında, körlerin en bahtsızı olduğundan habersiz, biricik iş yasası olarak yalnız aldığını vermeye memur iğrenç değiş tokuşundan başka da san’at kanunu tanımaz.

Altıncı madde:

Birbirini çekiştirmek…

Birbirini hatırlamak kadar tabiî… Ruhlarımızda, birbirimizi hatırlayıcı başka hiçbir bağ, hiçbir tedâi merkezi kalmamıştır.

Çok defa, çekiştirilen adam, çekiştirenlerin arasına birdenbire düşer. O zaman baş çekiştiricinin, kurbanına her zamankinden daha saygılı yer gösterişi, “Buyurunuz!” deyişi, arka sıvazlayışı görülecek manzaradır! Ya dinleyiciler? O tebessümler, gözlerini içinde kısmak istedikleri ışıklar, büyük boyunlarının yarı mahzun, yarı sinsi edâsı?..

Samimiyetsizliğin bu efsanevî haddini hiçbir insanlık devri görmedi.

Fakat, çekiştirildiginden bahsettiğimiz bu yeni geleni bir mazlum sanmayınız! Ona bu kadar tedbirle yer veren çekiştirici biraz sonra gidecek ve daha köşeyi dönmeden yeni gelenin numarası başlayacaktır.

Yine aynı meclis, yine aynı suratlar, aynı tebessümler, aynı hareketlerle inip çıkan kafalar, gözlerin içinde kısılmak istenen ışıklar, büyük boyunların her şeyi kabûl ve her şeyi inkâra ezelden karar vermiş edâsı…

Yeni gelen, beş dakika evvel ittifakla cahildi; hayır, siz şimdi asıl gidenin ne nisbette cahil olduğunu ögrenin! Reylerde ittifak… Kim demiş ki yeni gelen, filân dosta falan hulűsu çaktığı için filân köşeyi aldı; ah, siz asıl gidenin, falan dosta, filân tavssutu yaptığı için falan teşebbüste nasıl muvaffak olduğunu bilseniz!.. Reylerde ittifak…

Halisiyetsizliğin bu efsanevî haddini hiçbir insanlık devri görmedi.

Yedinci madde:

Dedikodu…

Kasımpaşalı Pembânım, iki büklüm, bastonunu karnına dayamış, büsbütün yere serileceği günü bekliyen ahşap evin cumbasından, yanındaki cumbaya fısıldar:

-Gözlerimle gördüm ayol… Bahçenin tahta perdesinden baktım da gördüm. Tam dört tane bakır sahanı (Eskiler alayım)cıya yok pahasına satıp rüküş rüküş çarşıya gitti. Dönüşte, koltuğunda boy boy, renk renk paketler…

Bu ruhu, bütün hayvanîliğiyle san’at ve fikir dünyamıza tatbik edebilirsiniz.

Dedikodu, çekiştirmeden farklıdır. Dedikodu yapan, bahsettiği şahsın lehinde mi, aleyhinde mi belli değildir. O yalnız, kahramanına ait havadis verir. Kıymet hükmü ya yoktur, yahut verdiği havadisin sarhoşlugu altında bu noktayı belli etmez.

Dedikodu yapan ve onu dinliyenler, tamamiyle ölü ve karanlıktadır. Yaşıyan ve aydınlıkta gezen, dedikodusu yapılandır. Sanki herkes, lâmbaları söndürülmüş bir odada çepeçevre oturmuş… Ortaya bilinmedik bir merkezden sihirli bir ışık huzmesi düşüyor. Bu ışık huzmesinin döşeme üstündeki dairesinde, bir tiyatro sahnesi halinde, dedikodusu yapılan şahıs hayretle seyredilmekte… Öbürleri hep karanlıkta, hep silik, hep namevcut… Ona gelince, potinini çıkarışından, geceliğini giymesine, dişindeki çürüklerden, cüzdanındaki kargacık burgacıklara kadar, her şeyi, ne korkunç bir alâka öksesi!..

Şahsiyetsizlik ve kifayetsizligin şaşmaz markası, dedikodu kabiliyetidir.

Sekizinci madde:

Saygısızlık…

Heveskâr, kendisinden bir evvelkini, tesiri altında görünmesin diye saymaz. Üstad, kendisinden bir sonrakini, inkârcısı ve iptâlcisi bildiği için saymaz. Aynı çağdan dostlar, dostluk cıvıklıktır sandıklarından dolayı birbirini saymazlar. Âdeta saygı, yalnız enayilerde görülen bir nevi tavır ve hareket kekemeliği halindedir. Zamanenin terazisine ve dirhemlerine, davul tozu ve minare gölgesi kadar uzak bir nesne…

Karşılaşan iki kişi arasında beş dakikalık bir zaman, ikisinin de cılk bir lâübalilik çamurunda, boğazlarına kadar batması için kâfidir. Yüz göz olmak… Netice budur! Yüz göz olmaksa, karşılıklı iki şahsiyet aynasının birbirinde parçalanması değil midir? Artık, arada, ne zaptedilecek bir hayâl, ne pırıldatılacak bir ışık, ne hendeseleştirilecek bir mesafe, ne de aranacak bir sır… Sadece iki tarafın da birbirini harcadığı, ölü ve “basit” ve karanlık bir “galiz”; hepsi bu…

Aşksızlığın, imansızlığın, ölçüsüzlüğün sefaletini ifşada, saygı eksikliği, ne hassas bir barometredir! Gıdasız kalınca kendi kendisini sömüren mideler gibi, aşksız ve imansız ruhlar, ulvî kıymetlendirmelerden mahrum kalır kalmaz, kendilerini ve muhataplarını, her türlü şahsiyet nakışlarını yiyen, lâübalilik kezzabında eritmekten başka çare bulamıyor ki…

Dokuzuncu madde:

(Disiplin) yâni zaptürapt nefreti…

Kelimesini bile kullanmıya gelmez. Hemen, suratlarına sigara dumanı üflenmiş kediler gibi yüzlerini buruşturur, döner, giderler.

(Disiplin), her oluşun, toprak altında pişe pişe elmas olmaya giden kömürden, kalb içinde pişe pişe insan olmaya giden nâtık hayvana kadar her oluşun, üstün hakikate karşı teslimiyet sırrını gizleyici başlıca usûl şartıdır. Onun büsbütün olmadığı yerde hiçbir oluş tasavvur etmiye imkân yok… Mide gurultusunun meydana gelmesi için bile asgarî bir (disiplin) ölçüsüne ihtiyaç vardir. Kaldı ki, bütün eserleriyle insanî tecellinin meydana gelebilmesi için…

(Disiplin) şiirini anlıyabilecek adam, dâvanın en üstün cephesi olarak, kendi kendini (Disiplin) altına alabilecek olandır. Yâni Büyük Cihadın namzetleri… Büyük Cihat, milyonluk orduların, milyonluk ordularla boğuşması değil, tek kişinin kendi nefsiyle savaşması… Kendi nefsine zorlayacağı (Disiplin) ile beraber, başkasının zorlayacağı her türlü (Disiplin)den kaçanların, yangın yerindeki bir arsada, dört ayağı havada, keyifli keyifli eşelenen sanki hür bir merkepten farkları yoktur.

Safkan atlar hemen başlarını teslim ederken, mayalarında eşeklik olanlara, (Disiplin) yular gibi görünür? Bir türlü taktırmazlar. Ve tekme, çifte, anırma, zıplama, eşelenme içinde, ortalığı toz dumana boğarlar. Manzaramız budur.

Onuncu madde:

(Bohem)lik; türkçesi serserilik… (Bar) kadını nasıl kendisi için “Ben fahişe değilim!” gibilerden “Ben artistim!” derse, genç sanatkâr da, içindeki ipsizlik ve sapsızlık temayülünün tesellisini şu (klişe)de bulmuştur:

-(Bohem)im ben! Yaşasin (bohem)lik!

Batıdan, hususiyle Fransadan gelme bir tesir… “Sanatkâr, başıboş, yersiz, yurtsuz, hercaî, ilcaî, dilediği yerden rastgele uçan garip bir kuştur!” zehabının kurduğu ve işlettiği bir ocak…

(Bohem)lik, bizde, 1918 Mütarekesi nesillerinden başlar; en hâd devrelerini o sıralarda yaşar, müzminleşe müzminleşe bugüne kadar gelir. (Edebiyat-i Cedide) devrinin (Tavukpazarı şairi) sözü, o zamanki (Bohem)lik temayülüne karşı bir teşhistir.

(Bohem)lik bizde, birkaç Avrupalıda olduğu gibi, sanatkârın, içinde yaşadığı cemiyetten hoşnutsuzluğunu, cemiyetin hal ve istikbâline itimatsızlığını, cemiyetini kendi kıymetleri peşinden çekememek mahkûmiyeti altında, onun çizdiği hayat kalıpları dışına çıkışını, hülâsa ulvî bir inzivaya çekilişini temsil etmez. Serseriliği, intibaksızlığı, intizamsızlığı, tek kelimeyle ruh tefessühünü belirtir.

(Bohem)lik, fırtına yaklaşırken boynuz boynuza veren hayvan sürüleri gibi, çökmiye ve kokmıya başlamış cemiyetlerde, tehlike habercisi miskin cücelerin kurduğu panayırdır.

Onbirinci madde:

Nükte hastalığı…

Allah’ın zaman, mekân, şekil, renk, istikamet, mefhum, her şeyden münezzeh mutlâk vücudunu, hoca, bütün had ve kayıtlardan tecride çalışarak şöyle der:

-Burada değil, orada değil, şurada değil, hiçbir yerde değil…

Ve Bektaşi, bu ifadeye karşı hemen şu alçak nükteyi konduruverir:

-Şuna yok deyip çıksana işin içinden!

Dünyada hiçbir örnek, nüktenin, moda tâbiriyle (espri)nin, yolunu kaybettiği zaman nereye kadar gidebileceğini bu kuvvetle belirtemez. Tek başına, nükte, başıboş nükte, her hâdisede bir püf noktası arayan nükte; kuru ve sefil mantığın, kuru ve sefil istismar çerçevesine serdiği birkaç kuru ve sefil ipucundan faydalanıp en büyük hakikati bile nasıl idama hazır bir nesnedir, görünüz!

İşte günün nükte hastalığı, hak veya bâtıl, her nizam çilesine düşmen öyle bir suikastçıdır ki, hemen her şahsın cebine yerleştirdiği miskin kestane fişekleriyle, nerede bir fikir örgüsü bulursa onu delmek, yırtmak, patlatmaktan başka heves gütmez.

İlim, fen, sanat, siyaset, daha bilmem ne adamlarımız, mesleklerinde emek ve çile istiyen kitaplık ceht sahidi olmak yerine, tembellik ve çürüklükten başka sermayesi olmıyan tek kelimelik ve cümlelik nükte perendecileridir. Onun içindir ki, ortalık, hangi cephesinden bakılsa nâmütenahî bir mimarî arzedici büyük hakikatin lif lif çizgilerini arayan ve aradıkça kendi terkibinin küçüklüğünden utanan mahzun çehreli (dâva) ve (usûl) kahramanlariyle değil; her gerçeği bir sapan taşına kurban eden, kurban ettikçe de kör nefsini pöhpöhliyen (tekerleme) ve (el çabukluğu) şaklabanlariyle doludur.

Hak ve hakikat kutbuna bağlı bir mizacın, arada bir, biber ve hardal gibi nadir bir lezzet kaygısiyle yerli yerine oturtacağı, sınır tanıyan nükteleri bulsaydık başımıza koyardık! Ne yapalım ki, nükte hastaları, hardal ve biber nev’inden eşyayı, hem de taklidi ve âdisi olmak şartiyle, bir yemek içinde değil, yemek yerine, tencere ve karavanayla önümüze sürenlerdir.

On ikinci madde:

İlim sahtekârlığı…

Fransızca, tek ciltlik bir hâs isimler lûgatı… Felsefe, iktisat, tarih, politika, edebiyat, hangi soydansa ona ait tek formalık ve fihrist bilgisine mahsus bir kitapçık… Ve sonra, nihayeti Fransızca, (isme), (que), (iste), (ie)edatlariyle biten kelimelerden doldurduğu, ıstılah bohçası bir defter… Bundan sonra, sanat ve fikir piyasamızdan buram buram tüten ilim sahtekârlığı marsıklarından biri olmamız için bir şey daha lâzımdır:

Müthiş bir hayâsızlık… Hepsi bu kadar!..

Şimdi aşağıdaki tâbirleri, sonlarına birer ölü ifade, fakat gűya canlı bir iddia ilâve ederek kullanınız:

(Mistisizm) dâvasında… (Poetik) isbat etmiştir ki… (Ümanist) araştımalar… (İdeoloji) noksanı…

(Mistisizm) diye bir dâva yoktur!.. (Poetik) hiçbir şey isbat etmez!.. (Ümanist), herhangi bir araştırmanın değil, (Rönesans) devrine ait bellibaşlı bir iş zümresinin ismidir!.. (Ideoloji) noksanı olmaz; her inanılan şeyin bir (İdeolojisi) olur, (İdeoloji) olmayınca inanılan şey yok demektir.

Bunlara aldırmayın!.. Zira kullandığınız tâbirler, incisi düşmüş istiridye kabuklarıdır. Bu tâbirlerin marsık dumanı altında iç yüzünüz gizli kalıyor ya, siz ona bakın! Herkes sizi, tâbirlerinizin karanlık peçesi sayesinde âlim sanacak, böylece sizin cehlinizle beraber ilmin öz haysiyeti de gözden nihan olcak, yâni güme gidecektir.

Garbın her sahada tanınmış isimlerine izafetle “filân diyor ki, falana göre…” diye ilim satanların, bazen bu adamlar namına lâf uydurduklarına bile şahidim!

Çilesi çekilmiyen bilgilerin (kerrat cetveli) tarzında ezbercileri, yücelerin yücesi ve uluların ulusu bir zata ait tâbirle, kitap yüklü bir merkepten farklı değilken, bütün yükü bir buçuk cilt, bir defter, bir de müthiş bir hayâsızlıktan ibaret bir merkebin halini düşünün!..

On üçüncü madde:

Hatır ve hayâle gelebilecek bütün nevileri ve âletleriyle düpedüz hırsızlık… İlim, görüş, fikir, hayâl, mevzu, buluş hırsızlığı… Bir hırsızlık ki, malın, aşırıldığı kaynaktan ziyade, satıldığı zümrenin hakkını berhava etmekte…

Hikâyeci, her gün bir hikâye yetiştireceği gazeteye, yabancı dillerin hikâyelerini, sadece hâs isimlerini türkçeye çevirerek, dayar. Fıkracı, bir zamanlar memlekete bol bol akın eden Avrupa gazetelerini bulamazsa, Balkan gazetelerindeki fıkraların teşbihlerini, buluşlarını, bilgi unsurlarını sömürüp pidesini mayalaştırır. Mizahçı, nerede bir tekerleme görürse, onu kendi malı zanneden, alenî bir paçavra toplayıcısıdır. Kitapçı veya mecmuacının, çocuk edebiyatı adına bütün neşrettikleri, resimlerine kadar aynıyle kopya edilmiş, yalnız kaynakları bildirilmemiş Avrupa örnekleridir. Üç beş filozofun gömleğinden parçalar kopararak yamalı bohçasına diken âlim, artık bütün aidiyet ve mülkiyetlerin iflâs ettiği bir kargaşalık kadrosunda, sanki eserini vermiş olmak gibi bir edâ sahibidir. Ve nihayet herkesin, cesareti nisbetinde dağarcığını doldurduğu ve ne Şark, ne Garp istikametinden takibe uğradığı bu hengâmede, Garp eserlerini, serlevhası, mehazları, tertibi, tasnifi, iç ve dış heyetiyle dilimize çevirip, adını, muharrir yerine oturtan misilsiz açıkgözler. Öyle ki, cesaretsizliklerinden mahçup birkaç tercümeci, kabahatlerinin ne olduğunu sormaktan ve bu hava içinde şahsiyetli bir eser vermeye değip değmiyeceğini düşünmekten başka bir tavır sahibi değildir.

Temas halinde bulunduğumuz dünyalar arasında, nazirecilikten yola çıkıp kuru taklitçilikte apışıp kalan, nihayet iktibasçılıkta da tutunamayıp doğrudan doğruya posa hırsızlığına geçmek suretiyle herhangi bir cevheri bünyeleştiremiyen halimiz ne hazin!..

Ruhun çalınamıyacağını, yalnız alınacağını; alınınca da şahsiyetli eser verilmeye başlanacağını bilseydik, hiç bu sefalete düşer miydik?..

Ve bütün bu kepazelik halleri arasında oyuncaklariyle oynayan çocuk gibi, habersiz ve masum görünebilir miydik?..

On dördüncü madde:

Caizecilik…

-(Gök Gürültüsü) isimli bir mecmua çıkarmak istiyorum! Nasıl ismi?

-Ne olacağını belli ediyor! Satabileceğini umuyor musun?

-Her sayıdan filân yer 300, falan yer de 500 tane alacak… Filân, filân, filân yerlerden de sayı başına 200 liralık ilân… Masrafım zaten 200 lira… Tek nüsha satmasam bile (abone)ler kârım… Bazı yerlerin, açıktan senelik yardım tahsisatı da cabası… Ayda 1000 lira gelire para demiyeceğim!

Gerçekten ayda 1000 lira gelire para demiyecek olan yukarıdaki hesap, bu işin yırtık esnafı, aşağılık bir zümreye aittir. Fakat işin zâhirde masum heveskârları da, filân yerin 300 ve falan yerin 500 (abone)sinden müstağni bir kıymet ve revac cevherine güvenebilmiş değildirler. Türkçesi caizecilik… En iddialı, en küstah isimler altında, edebiyat ve fikriyat dedikleri bomboş kadronun, mevhum, fakat mücerred itibar çığırtkanlığını yaparak koparılan mangır…

Parayı isteyen de, veren de, bu itibara ne nisbette liyakat gösterildiği üzerinde en küçük bir nefs muhasebesi yaspmaz. Biri, burnunu yere sürtmüş bir korkuluk tavriyle isterken, öbürü, bu vaziyeti kabûl eden bir ağa sıfatiyle toka eder. Böylece halis edebiyat ve fikriyatın, ne hakikî satış ve piyasa kıymeti kalır, ne de kendisi; yani eser ve tesir kıymeti… Ve caizecilik yoliyle, alanın da, verenin de elbirliği sayesinde, edebiyat ve fikriyat adına, edebiyat ve fikriyatın köküne kibrit suyu dökülmüş olur.

On beşinci madde:

Dalkavukluk…

-Tıflı, bugün canım sıkılıyor!

-Niçin paşam?

-Dünyanın döndüğü hakikati canımı sıkıyor!

-Emredin bu hakikati değiştirsinler ve kitaplara ona göre yazsınlar! Dünya bugünden itibaren dönmesin!

Şarka ait, Şarkin tefessüh devrine ait eski bir sıfat… Hattâ Şarklı, Avrupalının tepesinden bakan zekâsiyle, bu tipi, menfi tarafindan korkunç zarafetlere kadar götürmüştür:

“Mümkün ola padişahım belki derya tutuşa”

Fakat onlar, bugünün dalkavukları değil; bugünküler, âşâr tahsildarları derecesinde kaba, kefen soyucuları derecesinde kalbsizdir.

Görünmez kudretin himayeisndeki zavallılara karşı en sert ve huşunetli bir ahlâkın mümessilleri, herhangi bir kuvvetliye rast gelince, en sert inkıbazdan en yumuşak ishale, yani zalimlikten dalkavukluğa geçerler.

Dalkavuk bir nevi uyuz kaşıyıcısıdır. O kaşır; ve sırtı kaşınanın yüzü, tatlı bir gevşeklikle sarkar. Eski dalkavuk, bunu, gayet hünerli, ve girift âletlerle, göze görünmeyerek yapar, böylece efendisinin kaşınan uzuvlarını ve kaşınma ayıbını gizleyebilirdi. Bugün hem bu uzuvlar meydanda, hem de fiil açıktadır.

Saygı ve bağlılıkla bu işi nasıl birbirine karıştırabiliriz? Birinde aşk ve fedakârlık vardır, öbüründe korku ve tamah…

Bunlardan biri, sonsuz, kurtarıcı, aydınlık, ölmez gibi sıfatları, kalbinde, o sıfatların kaynağı olan isme bağlarken; öbürü, yalnız dilinde, geçiciye sonsuz, batırana kurtarıcı, karanlığa aydınlık, lâşeye ölmez vasfını yakıştırır.

Daha birçoğu var ya; hatırıma bir madde daha geldi:

Fikir hafiyeliği…

Günün takip modası kimin ve neyin üzerindeyse, fikir hafiyesinin gözü, yalnız isim ve kabuk tarafından, o istikamettedir. Bir adam, bir sohbet, bir yazı, bir mecmua, bir gazete, hülâsa bir fikir ve temayül hakkında, alâkalı farzettiği, adamı olduğu iş va makam sahiplerine haberler götürür, seciyeler çizer, tefsirler yapar, teşhisler koyar.

Veyl, fikir hafiyesinin çizdiği dünyayı hakikî dünya diye kabul edecek iş ve makam sahibine!

Devrimiz, gûya ruh ve vicdan mezhepleri olarak (izm) ve (ist) edatlarının her cepheden ve her türlü havailik ve kalpazanlık tezahürlerine mihraktır.

(Komünizm-komünist), (Faşizm-faşist), (Anarşizm-anarşist), (Klerikalizm-klerikalist), (Rasizm-rasist) filân, falan…

Bütün bu ocakların mensupları, nisbet iddia ettikleri şeyin iç yüzüne ait hiçbir şey bilmeye dursun; fikir hafiyesi, günün modasına göre birkaç isimden ve onların telâffuz şeklinden başka hiçbir şey bilmez; ve zaten fazla bir şey bilip bilmediği meçhûl olan iş ve makam sahibine haber götürür:

-Bu adam (komünist)tir! Şu yazı (klerikalist)!.. O, (faşist) bir gazete!.. Filân, etrafına (anarşist)lik yayıyor! Falanın gayesi, (raşist)lik!..

Bunlardan hiçbirinin, hakikatte kendilerinden ve ne olduklarından haberleri yokken, fikir hafiyesinin de meselâ “Galata kulesi” diye haber verdiği hakikatte “bostan kuvusu”; “Kıbrıs adası” diye işaret ettiği, hakikatte “Van gölü”; “lüfer oltası” diye göze soktuğu, hakikatte “şeytan uçurtması”dır.

Veyl, fikir hafiyesinin çizdiği harita üzerinde hareket emri verecek iş ve makam sahibine!”

(Tanrı Kulundan Dinlediklerim, Büyük Doğu Yayınları, 9. baskı / s. 76-93)

Share

You may also like...

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.