Kâinatın Efendisi

KÂİNATIN EFENDİSİ

Mutlak mânada inkılâbın en büyük erişilmezi Kâinatın Efendisinde olduğu gibi, şu veya bu fikir uğruna basit cemiyet kaynaşma ve dalaşmalarından münezzeh,-en keskin ihtilâl çizgileri de yine O’nda…

Gökten toprağa inici mutlak inkılâp ifadesi içinde, topraktan göğe sıçrayıcı muazzam ihtilâl…

Nasıl her şey, topyekûn kâinat, küllî ve cüz’î her varlık O’na verilmiş, O’nun yüzü suyu hürmetine vücut bulmuş, nizamını O’nun getirdiği ölçülerde bulmuşsa, mücerret ve mutlak mânasiyle inkılâp ve ihtilâl de, esasını, usûlünü, siyasetini, tabiyesini, ruhunu, ahlâkını O’na borçludur.

Mutlak inkılâp ve münezzeh ihtilâl bakımından Kâinatın Efendisini üç devre içinde görmeye çalışmalıyız: Hicrete kadar çile devresi… Mekke’nin fethine kadar büyük davranış çığırı… Veda Haccına kadar kâinat çapında oluş merhalesi…

“- EY ÖRTÜLERE BÜRÜLÜ NEBİ, KALK VE İNSANLARI UYAR!”

İlâhî vahyin heybet ve ürpertisi içinde, her zerresi fıkırdayan, fert oluşunun zirve noktasına yükseltilmenin haşyetini yaşayan, bu haşyet yüzünden bir ân döşeğine mıhlanıp kalan ve örtüler altında titreyen Resuller Resulüne Allahtan emir:

– Kalk ve insanlığı kurtuluşa çağır!

Bu emrin sonsuz derin mânasına işaret:

– Kalk, içinin haşyetini yen, kapını meydan yerine aç, ortaya çık, inkılâbını çat ve ihtilâlini yap!

– Allah bir, Allah bir!

Bu bir iniltidir, haykırıştır, çığlıktır. Habeşli Bilâl adında bir kölenin, boynunda ip, çocukların ellerinde, dağdan inme bir canavar gibi sokak sokak sürüklenir veya kızgın kumlara yatırılıp çıplak karnına ateş mahfazası bir değirmen taşı yerleştirilirken çıkardığı ses:

– Allah bir, Allah bir!

Mekke… Safa tepesi… Tepenin üstünde, gong gibi, vurulunca bütün beldeyi tunç ürpertilerine boğan bir âlet… Fakat olur olmaz zamanlarda bu âleti tokmaklamak yasak… Ancak bir felâket zamanında, dağdan sel iner, toprak kayar, yangın olur, baskın haber alınırsa vurulabilir.

Allah Resulü emir buyuruyorlar:

– Gidiniz ve tuncun üstüne tokmağı indiriniz!

Mekke seması tunç ihtizazlarına boğulmuş… Koşan koşana… Herkes Safa tepesinin eteklerinde… Tepede, Allah’ın sevgilisi, muhteşem bir vekar ve heybet edasiyle dimdik… Elleriyle, mahrut şeklinde, zirvesi göklerin esrarını nişanlayan dağı gösteriyorlar:

– Ben size, şu dağın tepesinde bir düşman var, Mekke’ye inmek üzere; çoluğunuzu çocuğunuzu kesecek, ırzınıza çullanacak, malınızı yağmalayacak desem bana inanır mıydınız?

Her ağızdan tek ses:

– İnanırdık! Sen yalan söylemezsin! Lâkabın “Emin” dir!

– Öyleyse şuna da inanın! Ben Allah’ın Resulüyüm ve sizi Kıyamet Gününün dehşetiyle korkutmaya memurum!

Hakikatte sadakat ve onu ifadedeki samimiyet derecesinin bu akıl ötesi tecellisine karşı, O’nun ömründe bir kere bile yalan söylemediğini bilenler, yere kapanacakları yerde sırtlarını çeviriyor ve “bizi bunun için mi çağırdın?” diyerek alay etmeye başlıyorlar.

Bu sahnede, mutlak inkılâbın, metod, (strateji), iman ve ihlâsında ikinci bir misali olmayan çarpıcı bir tesir vardır.

Eski Roma soylularından bir çoğunun, putperest hâkimler huzurunda muhakemeleri yapılırken “kimsin, nesin, nerelisin?” suâline hep tek kelimeyle “ben bir İsevîyim!” diye cevap vermelerinde olduğu gibi, “müslümanım!” dediği için bir vuruşta öldürülen ilk kadın şehit cariye… Ve seri seri mazlum…

Varlık Nuru’nun kapısında kan lekeleri, yolunda dikenler, ısırganlar… Kabe önünde namaz kılarken secdeye vardığı ân sırtına oturtulan hayvan leşi ve buna da sabır ve tahammül…

Bunda da mutlak inkılâp ahlâkından bir çizgi…

Üstüste âyetler: “- Sana emredileni açığa vur!” “- Oymağında yakın akrabandan işe başla ve onları Allah’ın azabiyle korkut!”

Artık mutlak inkılâbın semavî fermanı tamamdır ve her vasıtasiyle yerle gök arası ebedîlik binasını yükseltmenin zamanı gelmiştir.

– Değil şu, bu, sağ elime güneşi, sol elime de kameri verseniz ben yine dâvamdan dönmem!

Bu karşılık, O’na:

– Hastaysan dünyanın en büyük tabiplerini getirelim! Gözün devletteyse seni Kureyş’in başına geçirelim; paradaysa deve yükü altunları ayağına serelim! Tek bu dâvadan vaz geç, dön!

Diyenlere cevabıdır.

Hak yolunda ciğeri inkılâp ateşiyle yanan herkes, dâva sadakatini bu cevaptan öğrensin ve ondan bir zerrecik olsun hisse edinmeye baksın!…

Nebîliğin beşinci yılı, mutlak inkılâbın sahibi, küfür çemberi içinde, Habeş illerine hicret…

Bu da usûle ait inceliklerden biri…

Erkam’ın evi… Ah o genç ve güzel Erkam!… Mekke’nin giriş kapısında bütün istikametleri kollayan evini Allah’ın Resulü emrine vermiş ve Resuller Resulü karargâhını orada kurmuştur. Dışarıdan gelecek insanları, balıklar gibi ağının içine alacak dalyan noktası… Ve umumî hareket plânının karargâh binası…

Kureyş ulularından Hazret-i Hamza, Allah Resulünün amcası, avdan dönerken, yine oymak büyüklerinden Ebu Cehl’in, önünden geçen Varlık Tacı’na sövüp saydığını ve hiçbir karşılık görmediğini haber alır. Hemen yolunu o tarafa çevirip elindeki ok yayını kâfirin tepesine indirir ve başını yarar. Henüz İslama gelmemiş bulunan Hamza, doğru, yeğeni Resuller Resulüne gidip vakayı anlatır:

– Bunu senin için yaptım. Tesellini bul!

– Benim teselli bulmam, Ebu Cehl’i yaralamanda değil, senin İslama gelmendedir!

Ve Hamza’nın bir anda tutuşup İslama gelmesine yeter bu söz…

Hamza tekrar Ebu Cehl ve Kureyş büyüklerinin karşısında… İslâmı kabul ettiğine, putlardan döndüğüne ve Allahı münezzeh bildiğine dair bir kasîde okuyor.

Artık iş ciddîleşmiş ve büyük kapışmaya meydan açılmıştır. O’nu öldürmek ve tam tersinden anlayışlarınca Arap bütünlüğünü çürütmeye başlayan fitneyi bu yolla kaldırmaktan gayrı çare yoktur. Kim olabilir, Hâşim oğullariyle Kureyş’in öbür kollarını birbirine çullandıracak olan bu işi üzerine alabilmesi mümkün yiğit?…

Yeryüzünün, Resuller ve nebîlerden sonra en büyük ikinci insanı (birincisi Hazret-i Ebu Bekir) Ömer… Onun, Allah Resulünü nasıl öldürmeye gittiği, huzura hangi dönemeçlerden kıvrılarak çıktığı, tek lâhzada nasıl imana geldiği, ilk müminler arasında 40’ıncı sayıyı tuttuğu ve sesi ve gövdesiyle ne türlü şahlandığı malûm:

– Ne duruyoruz? Kendimizi büsbütün açığa vuralım! Ve tekbir sesleri Mekke’yi inletirken, ona çipil çipil hayret gözleriyle bakan Kureyşlilere hitabı:

– Ömer müslüman oldu; “Şehadet ederim ki, Allah bir ve M…….onun resulü!”

Ve Kabe hareminde, saf halinde ilk açık namaz… İhtilâl başlamıştır.

Kureyş’te dehşet büyük… İlk tedbir: İçtimaî ve iktisadî abluka… Kureyş’ten hiçbir fert Hâşim oğullariyle, ister mümin, ister putperest, temas etmeyecek… Bütün alım-satım ve değiş-tokuşlar yasak… Kızlarını almak da yok, kız vermek de yok… Yalınız amca Ebu Leheb, şiddetli küfründen ötürü, Haşimî olduğu halde karşı taraftan… Öbür amca, müslüman olmadığı halde Allah Resulüne siper Ebû Talib ise, kendi ismini taşıyan mahallede ve muhasara çemberi içinde… Başka semtlerdeki müslümanlar da öteberisini toplamış, Ebu Talib mahallesine taşınmıştır. Halis İsevîlerin, eski Roma’da (katakomp) hayatından yeni bir örnek…

Allahın Resulü, mukaddes parmağiyle işaret eder etmez, ay iki şakk… Fakat, İbrahim peygamber’in ateşi gül bahçesine çevirmesi, Musa Peygamber’in denizi yarması, İsâ Peygamber’in de ölüyü diriltmesi karşısında yola gelmeyen küfür, hakkı nasıl doğrulasın… Allahın mühürlediği kalbi kimse açamaz ve hiçbir hadise döndüremez.

Mekke devresinin sonlarına doğru “miraç” mucizesi… Resuller Resulünün büyük ferdaniyetine ait bu mucize, doğrudan doğruya toprak üstü inkılâp ve ihtilâl plânına uzak olsa da, toplumda bulduğu akis ve cemiyete verdiği ders bakımından, başlıca iman usûlünü telkin etmiş olmasiyle mevzuumuzun içindedir.

Âyet meali:

“- Kulunu, geceleyin, Mescid-ül-Haram’dan, etrafını mübarek kıldığımız Mescid-ül-Aksâ’ya, bazı âyetlerimizi göstermek için götüren Allahın şanı büyüktür; işiten ve gören odur.”

Hadîs meali:

“- Geceleyin beni alıp gittiler!” Mekke’den Kudüs’e, oradan göklere, tabaka tabaka yüksekliklere, nihayet asıl ve hayâlin son durağı “Sidre-tül Müntehâ”ya; ve o noktayı aşabilmesi imkânsız Cebrail’i geride bırakıp tek başına, nur çağlayanı içinde İlâhî visal noktasına… Ve oradan dünyaya dönüş…

Sabahleyin en büyük sahabîlerden otuz kadarının kelimesi kelimesine Allah Resulünden işittikleri vakıa ve ileride gelecek nesillere imzaladıkları senet… Hiç kimsede hiçbir itiraza mecal yoktur; ve Miraç hadisesi, ruhanî ve cismanî olarak, evvelâ Mekke’den Kudüs’e kadar Kur’ân nassiyle, oradan da tabaka tabaka sonsuzluk âleminedek Miraç hadîsiyle sabittir.

Burada, biraz önce belirttiğimiz gibi, bir usûl, iman usûlü noktası var:

Kâfirler, hadiseyi haber alır almaz “Sıddîk-i Ekber: büyük doğrulayıcı” Hazret-i Ebu Bekir’in evine koşuyorlar ve mantıklarını öne sürüyorlar:

– Mekke’den Kudüs’e kadar uçtum, oradan göklere çıktım, tabaka tabaka yükseldim, birçok nebîlerin ruhaniyetleriyle temas ettim, “Sidre-tül-Müntehâ”ya vardım, oradan yalınızca ileriye atıldım ve Allah ile buluştum, diyor. Buna da mı evet diyeceksin?

– Bütün, bunları diyen kim…

-O!.. M……d!

– O söylüyorsa doğrudur!

İşte metod!… O’nun söylediği her şey, hakikatin ta kendisi, hakikatten daha fazla hakikatin kendisi…

Bazı dar idraklerin, hele günümüzde İslâm bilgini geçinen bazı mankafaların, İlâhî kudreti pazarlığa çekercesine, Mirac’ı sadece bir rüya, ruhanî bir oluş farzetmeleri, Allah Resulünü o gece yatağından çıkmamış göstermeye kalkışmaları ve en büyük sahabîlerce imzalı Miraç hadîsi dururken bazı hadisler tedarikine çalışmaları en hafif tabirle ibişliktir. Allaha inanan, ruh ve cisim birarada, mirac’a da inanır. Miracı inkâr etmek mecburiyetiyse ancak çürük küfür mantığına uygun düşer.

Bazı Medine’li büyüklerin Mekke’de Allah Resulünü görüp İslama gelmeleri ve dönüşlerinde yakınlarını dine çekmeleri Kureyş nasipsizlerini o kadar telâşa verdi ki, ticaret ve dışariyle münasebet yollarının kesileceği korkusiyle, artık ne yapıp yapıp, Allah Resulünü öldürmekten başka çare göremez oldular. Fakat bu muazzam cinayeti tek kabîleye yükletmemek için birkaç oymağın ortaklığını istediler, işi “kim vurdu?”ya getirmek dilediler ve bir gece baskını düşündüler. Allah’ın Resulü haberi Melekten aldı, yatağına Hazret-i Ali’yi yatırıp evinden çıktı. Elinde bir avuç toprak, suikastçi gölgelerin üzerine saçtı. “Yasın” sûresinde bir âyet, suikastçilerin nasıl hiçbir şey göremez olduklarını anlatır.

Hazret-i Ebu Bekri ziyaret… Beraberce hicret kararı… Yolda kâfirler tarafından takip… “Sevr” mağarasına sığınış… Mağara kapısında, onlar içeriye girdikten sonra örümcek ağı… Ve… Ve o mağarada, mutlak inkılâbın, fert çapında, kâinata denk insan ruhu plânında, derinliğine gerçekleşmesi…

Hazret-i Ebu Bekr’e emir:

– Dizüstü otur, gözlerini yum, dilini damağına yapıştır ve içinden, Allah, Allah, Allah diye zikret!

Bazı akılcı ahmakların dine sonradan ekleme sandıkları tasavvuf işte oradan ve böyle başlar. Hazret-i Ebu Bekr’e, Kâinatın Efendisince aşılanan ve gösterilen has oda sırrı…

Mutlak inkılâp, genişliğine, uzunluğuna ve derinliğine, tam kemâl ifadesiyle yürümektedir.

Medine birbirine giriyor. Çoluk çocuk, genç, ihtiyar, sokaklarda, damlarda, tümseklerde, tepelerde “Birini” gözlüyor. Bu “Biri”, Allah’ın insanlar içinde “bir” olarak yarattığı ve öbür kullarına O’nun arkasından ve yüzü suyu hürmetine hayat verdiği sevgilisi ve Resulüdür.

Çocuklar, mini mini çocuklar, henüz dilleri dönmeye başlamış çocuklar, zıplaya, hoplaya, sanki mânasını büyüklerden fazla biliyormuş gibi, sokak sokak haykırmakta:

– Allah’ın Resulü geliyor! Allah’ın Resulü geliyor!

Genç kızlar damlarda, delikanlılar giriş kapısında, ihtiyarlar sokak başında hep O’nu beklemekteler… Medine’ye, su, ışık, hava gibi, varken yokluğunu hissettikleri, diriltici bir varlık sızıyor.

Bir haykırış koptu:

– Göründüler, geliyorlar!

O ve en yakını “Büyük Doğrulayıcı” Ebu Bekr Medine’ye girdiler. Allah Resulünün ayaklarına sarılanlar, devesinin yularına yapışanlar, ağlayanlar, bağrışanlar:

– Safa geldin, ey Allah’ın Resulü!

Böyle yapanların hepsi müslüman değil… Akabe’de Müslümanlığı kabul etmiş birkaç Medine’li ulu kişiden ve onların İslama çektiği topluluklarından ötesi, sadece gelenin büyüklüğünü sezen ve O’na düşmanlık duymayan selim duygu sahipleri… Allah Resulü etrafına soruyor:

– Beni sever misiniz? Her ağızdan tek ses:

– Severiz, ey Allah’ın Resulü!

– Ben de sizi severim! Ve her taraftan davet:

– Bizim eve buyur, bizim eve buyur, ey Allah’ın Resulü! Cevap:

– Devem hangi evin önünde durursa oraya ineceğim! Deve, Neccar oğullarına ait boş bir arsada durdu, çöker gibi yaptı, sonra birden doğruldu, yürüdü ve “Ebâ Eyyub-ül-Ensarî” Hazreti Halid’in kapısı önünde çöktü.

Devenin ilk uğradığı yer, parası verilip satın alınan Peygamber mescidine mahsus; ikincisi de bu Mescid ve bitişiğindeki barınma dairesi yapılıncaya kadar, 7 ay müddetle kalacakları Hazret-i Halid’in evi…

– Ey Allah’ın Resulü, yukarı katta misafir ol!

– Niçin?

– Üzerine vahy inen Allah Resulünün üstündeki odalarda oturamam!

Mescide, Medineli “Ensâr – yardımcılar” ve Mekke’li muhacirlerle yanyana öz elleri üstünde kerpiç taşıdılar ve sahabîlerin:

– Biz taşıyalım, ey Allah’ın Resulü, sen mübarek ellerini zahmete sokma!

Şeklindeki ricalarını kabul etmediler. Kerpiçleri taşırken de, hayatlarında ilk ve son defa, bu taşıma işinin sevap ve faziletine dair, şiire benzer kelime dizileri tertiplediler… Zira O, hiçbir şiirin ve şairlik mertebesinin ayağına bile ulaşamayacağı, Allah’ın Resul ve Sevgilisi olmak makamındadır ve şiir söyleyemez.

Medine’de aylar geçti; ve Allah’ın Resulüne her gün yiyecek ve içecek getiren “Ensâr” arasında, ileride büyük sahabî Enes bin Malik Hazretlerinin annesi, bir gün çocuğunu bileğinden yakalayıp huzura çıktı:

– Ey Allah’ın Resulü! Medineliler her gün sana, sahibi bulundukları şeylerden hediyeler takdim ediyorlar… Benimse şu çocuktan başka hiçbir şeyim yok! Ben de sana şu 10 yaşındaki yavrumu takdim ediyorum. Hizmetinde bulunsun!

Bir ay geçmiş, geçmemişti ki, Medine havasının Mekke’lilere iyi gelmediği görüldü. Hazret-i Ebu Bekr ile Bilâl-i Habeşî Hazretleri sıtmaya tutuldular. Bilâl-i Habeşî, sıtma nöbetleri içinde titredikçe, kendilerini Mekke’den çıkmaya mecbur edenleri nefretle anıyor, onlara beddua ediyordu.

Allah Resulünün duaları:

– Yârabbi; bize Mekke gibi Medine’yi de sevdir. Burada bize bereket ve geçim kolaylığı ihsan et!…

Hazret-i Ömer’in duası:

– Yârabbi; bana, yolunda şehitlik nasip et ve Resulünün beldesinde can vermeyi mukadder eyle!

Evet; Nurlu Medine artık Peygamber beldesidir ve cihanın ilk ve son defa gördüğü ve göreceği mutlak inkılâbın karargâh merkezi…

Artık İslâmın ikinci devresindeyiz. Oluş, şahlanış ve topyekûn insanlık üzerine ağını atış devresi bu çığır, Bedr Gazasiyle başlar ve Mekke’nin fethiyle kemâle erer. Bedr ile başlayıp onunla kemâle erer denilse de olur.

Bedr, İslâm aksiyonunun ilk vücuda geliş hareketi olarak o kadar kıymetlidir ki, insanlığın Allah uğrunda Âdem Peygamberden başlayarak İsâ Peygamberin gökten inişine kadar > yaptığı ve yapacağı bütün mukaddesat savaş ve şahlanmaları inbiklerden geçirilip de özü ve ruhu alınsa, herhangi bir Bedr gazisinin çarığına denk tutulamaz. Bu nükteyi anlayamayan ve Çanakkale şehitlerini Bedr kadrosiyle bir tutan, İslâm şairi farzettikleri zâta acımak lâzımdır.

Bedr, büyük ve ebedî İslâm aksiyonunun, her ferdi 1 milyon kişilik 300 insan kadrosunda hiçbir kemmiyete sığmaz bir keyfiyet remzidir ve bir tanedir. Eşsiz, menendsiz, misilsiz, benzersiz ve tek…

Gelmekte, yetişmekte ve gelişmekte olan yeni İslâm gençliğinin bilmesi gereken inceliklerden ve iç mânalardan biri de şudur ki, Bedr, büyük ve derin bir İslâm mütefekkir ve âlimi olan merhum Ahmed Cevdet Paşanın kaydettiği gibi, bir kervanı koğalarken “tesadüfen” meydana gelmiş bir cenk de değil, Önceden plânlanmış, zaman ve mekânı kollanmış ve saati geldiği görülmüş, küfrü toslama ve meydan yerine çıkma hareketidir. Böyle olmasaydı Allah’ın Resulü, takibi haber alınca sahil yolundan Mekke’ye kaçan Ebû Süfyan kumandasındaki kervan üzerine düşmeyi tercih eder, sahabîlere:

– Kervan mı, küfür ordusu mu?

Diye sorup onları imtihana çekmez ve reylerin küfür ordusu üzerinde toplandığını görünce saadetlerini belirtmezdi. Allah, bizi, Cevdet Paşa gibi en muazzam bir irfan ve idrakte bile şahit olduğumuz satıhçı görüşlerden korusun…

Hicretin ikinci yılı… Şam’dan gelen Kureyş kervanı… Kervanı tarassuda memur, keşif kolu mahiyetinde iki sahabî…Rapor:
– Geliyorlar… 50 kişilik bir muhafız kafilesi… Başlarında Ebu Süfyan…

Emir:

– Toplanın!

64’ü “Ensâr” ve 241’i Muhacirlerden olarak gösterilen 300 küsur kişilik bir kuvvet… Başlarında, kuvvetini sonsuz kuvvetten alan Allah’ın Resûlü;ve sağında Hazret-i Ebu Bekr, solundaysa Hazret-i Ömer… 3 at ve 70 develeri var… Nöbetleşe biniyorlar… Mekke’li muhacir sahabîlerde beyaz sancak, Medine’li “Ensâr’ın ellerindeyse iki oymağa ait iki ayrı bayrak…

Ebû Süfyan vaziyeti haber almıştır. Mekke’ye bir atlı koşturuyor:

– İmdada koşun! Müslümanlar kervanımıza çullanmak üzere…

Bütün Mekke telâş ve heyecan içinde… Birinin gördüğü rüya: Dağdan Mekke’ye kocaman bir kaya düşüyor. Kaya paramparça oluyor ve her parçası bir evin damını nişanlıyor. Rastladığı her ev çökük…

Rüyayı türlü türlü yorumlayanlar…

Kervan da yolunu sahil tarafına çeviriyor, var kuvvetiyle koşarak biran önce Mekke’ye can atmaya bakıyor.

Kureyşliler tez vakitte, müslümanların insanca dört, vasıta ve malzemece on misli üstünde 1000 küsur insan, 700 deve, 100 at, Bedr isimli su başına gelip ordugâh kuruyorlar. Kervan da sahil yolundan hızlı hızlı Mekke’ye kaçadursun…

Biraz ileride, kaçan kervanla, karşı gelen Kureyş ordusu arasında, iman safları, Allahın Resulünü dinliyor:

– İki hedef karşısındayız. Ne dersiniz? Kervan mı, Kureyş ordusu mu?

Bir ses yükseliyor:

– Biz kervan niyetiyle yola çıktık! Böyle olacağını bilseydik ona göre hazırlıklı bulunabilirdik!

Allah Resulünün nur yatağı çehrelerinde teessür çizgileri… Bu hoşnutsuzluk alâmetleri, sahabîlerini ilk imtihana çekişlerinde aldıkları cevaptan memnun olmadıklarını belirtiyor. Demek gaye, kervan ve dünya malı değil…

Fakat Hazret-i Ebu Bekr ile Ömer atılıyorlar ve O’ndan en fazla nur almış olmanın ne demek olduğunu gösteriyorlar.

Hazret-i Ebu Bekr’i Hazret-i Ömer takip ediyor ve tercihlerinin, Allah Resulüne ait karar olduğunu şehametle ileri sürüyor.

Arkalarından Mikdad Hazretleri:

– Ey Allahın Resulü, biz, İlâhî emir neyse ona baş eğeriz! Döneceğin her yönde ve atacağın her adımda seninle beraberiz! Toprağın nihayetinedek ardındayız!
Allahın Resulü, Mekke’li muhacir sahabîlerinden aldığı bu karşılıkla yetinmediler; kendilerine Medine’de her yardımda bulunacaklarını vâdettikleri halde beraberce cenk ve savaş mevzuunda söz vermiş bulunmayan “Ensâr” topluluğuna da aynı suâli îma ettiler.

“Ensâr”dan Saad İbn-i Muaz Hazretleri meydana çıktı:

– Bizi mi murad ediyorsun, ey Allahın Resulü?

– Evet…

– Öyleyse bil ki, biz sana inandık. Allah tarafından getirdiğin şeylerin hak olduğuna itikat ettik. Sana tâbi olmak üzere de cehdeyledik. Ne dilersen emret! Seni gönderen Allah hakkı için bildiriyoruz ki, ardından denize girmemizi emretsen gireriz.

Kâinatın Efendisi, buyurdular:

– Allahın bereketiyle yürüyünüz!

Hızlı yürüyüşle Bedr’e doğru Kureyş’liler üzerine atılış… Kureyş nasipsizleri önceden oraya konmuş, orada ordugâhını kurmuş ve cephesine karşı suyu kesmiştir. Sahabîler arasında bir vesvese:

– Susuz ne yapabiliriz?

Ve bir yağmur… Sel gidiyor, İslâm birliği açtığı havuzlarda suyu biriktiriyor ve kana kana kullanıyor. Allahın Resulü işaret ediyorlar:

– Ben onların düşüp ölecekleri yerleri şimdiden görüyorum!

Ve tek tek, isim isim gösteriyorlar…

Varlığın Nuru’na hurma dallarından bir çardak yapılıyor. O ve baş veziri Hazret-i Ebu Bekr çardak altındalar…

İki taraf, karşılıklı iki saf…

İşte cihanda ve bütün beşer tarihinde ilk defa görülen manzara: Baba, oğula, amca yeğene, kardeş kardeşe karşı… Ve öyle bir topluluğun içindeki bu hal, onlarca akrabalıktan, oba gayretinden, soydaşlıktan daha aziz hiçbir şey yok… Bütün dünya bir tarafa, oymak, oba ve soy bağı bir tarafa… Kavim olarak da böyle… Kavim adı olarak lisanlarında yalnız iki kelime var: Biri Arap, öbürü Acem… “Acem”, İranlı demek değil, Araptan başka bütün milletler acem… Kavim gururu derecesine bakın!

Şimdi ne olmuş, gökten insan ruhunu siyahtan beyaza çevirici hangi esrarlı yıldırım düşmüştür ki, Arap kavminin, oymağının, obasının, soyunun üstünde bir gaye aşkına ikiye bölünüp, baba oğula, amca yeğene, kardeş kardeşe karşı çıkmıştır?

İşte hakikî muazzam ve mutlak inkılâp budur; ve bu inkılâp aksiyon sahasına Bedr gazasiyle çıkmaktadır.

İsimleri: Kocaman Bedr, Büyük Bedr, Kanlı Bedr.

Hazret-i Ebu Bekrin bir oğlu kendi yanında, öbürü de kâfirlerin safında… İki tarafta iki bayraktar birbirleriyle kardeş…

Bu levha nerede ve ne zaman görülmüştür? Gel de Bedr’i, ister kemmiyet, ister keyfiyette, ideâl uğrunda da olsa, başka çarpışmalarla kıyas et!…

Ebu Lehep’den başka bütün Kureyş büyüklerinin katıldığı harekette, korkunç küfür sırtlanı Ebû Cehl, başbuğ…

Atını sürüp ileri atıldı ve haykırdı:

– Bugün M…..’den intikam alacağımız dem… Yenilmez, geri döndürülmez bir topluluğuz biz!…

Ve Kureyş saflarından atılan ilk ok… Bu ok Hazret-i Ömer’in azatlısına değiyor ve onu İslâmın, cenkte, hem de Bedr gibi bir cenkte ilk şehidi mertebesine çıkarıyor. Resuller Resulü tarafından da mertebesine ait şu ebedî lütuf haberi geliyor:

– O, şehitlerin efendisidir!

Şehit… Rütbelerin en büyüğü… Yıkanmadan, kanlı elbisesiyle gömülen ve öldüğü halde ölmeyen, ok ciğerini delip geçerken o da ölümü delip geçen kahraman… Mukabili gazi… İslâm aksiyonunu dünya çerçevesinde harekete geçirip toprak üstü derecelerin zirve noktasına varan şanlı er…

Karşı taraftan er dilediler. O zamanın cenklerinde bu bir usûldür; ve yığınlar tokuşmadan onların çekirdeğini belirtici fertlerin tek tek kahramanlıklarını göstermeye davet edilmeleri, bugünün çabucak madde ve yekûn hesabına geçen ve silâhların terakkisi önünde şiirle uğraşmaya tahammülü olmayan tabiyesine göre belki güzel bir âdettir.

Kureyş’ten gelen bu er dileme teklifine derhâl Medine’li “Ensâr”dan birkaçı karşı çıktı:

– Buyurun! Kimlerle çarpışacaksak ileri gelsinler! Fakat Kureyş bu karşı çıkışı beğenmedi ve kendi dengini isteyen şövalyelik ruhuna yakıştıramadı.

Bağırdılar:

– Biz denklerimizi isteriz! Çobanlar ve rençberlerle işimiz yok! Kendi kollarımızdan amca oğullarımızdan gelenler karşı çıksın!

Medine’liler ziraat ve hayvancılıkla uğraştıkları için onları hakîr görüyorlar, çoban ve rençber diye isimlendiriyorlar, kılıç çekilmeye lâyık bulmuyorlardı. Soyluluk gayreti bu nispetle korkunç…

– Çık yâ Hamza, çık yâ Ali, çık yâ Ubeyde!…

Allah Resulünün bu fermanı üzerine, biri orta yaşlı, öbürü genç ve daha öbürü ihtiyarca üç büyük Kureyş’li kılıçlarını çekerek ilerlediler…

Hazret-i Hamza ve Ali’ye, birer vuruş, düşmanlarını yere sermeye yetti. Fakat Ubeyde ihtiyarca olduğu için hasmını öldüremedi ve kan içinde kaldı. Allah Resulünün amcası ve yeğeni Hamza ve Ali, Ubeyde’nin imdadına koştular ve hasmının başını kestiler. Ubeyde, yüzü kandan görünmez halde huzura çıkarıldı. Sordu:

– Ben şehit miyim, ey Allah’ın Resulü?… Buyurdular:

– Evet, sen şehitsin, yâ Ubeyde! Hazret-i Ebu Bekr öne atıldı:

– İzin ver, ey Allah’ın Resulü; ben de küfür safındaki oğluma karşı çıkayım!

– Hayır, yâ Ebû Bekr, senin vazifen benim yanımda olmaktır.

İşte inkılâpların inkılâbı, insanı bütün alâka ve münasebet kıymetlerinin üstüne çıkaran fikri getirici mutlak inkılâp…

O sırada bir ok, İslâm saflarının gerisinde ve uzağında bulunan bir Medine’liye değdi ve onu şehit etti. Bundan da çıkan ders şu oldu ki, cenk ve ihtilâl (stratejisinde tehlike çizgisinin gerisinde bulunmak asla koruma garantisi değildir; ve hattâ çok yerde ateş hattında yer almaktan daha muhataralıdır. Bu hikmeti bilhassa bugünün harplerinde kanunlaşmış görüyor, fakat ilk ve en güzel misalini Bedr’de buluyoruz.

Çardak altında, Resuller Resulünün, mukaddes ellerini açarak dua ettikleri görüldü:

– Rabbim, bana vaadettiğin nusreti ver!

Allah’ın Resulü o anda hafif bir dalgınlık geçirdiler ve bir anda doğrulup zaferi müjdelediler…

Bir bora, bir kasırga, bir rüzgâr… Sanki gökten kum yağıyor… Bu, dünya gözünün göremediği âlemlerden gelen bir akına işaret… Havada at kişnemeleri, kılıç şakırtıları ve müthiş haykırışlar…

Allah’ın Resulü yerden bir avuç kum aldılar ve küfür ordusuna savurdular:

– Yüzleri kara olsun!… Ve yığına hücum emri…

300 küsur sahabî bir anda ileri atıldı ve görülmemiş bir hızla işleyen kılıçların pırıltısı içinde gövdeler devrilmeye ve kelleler düşmeye başladı. Bire üçbuçuk misli Kureyş saflarında anlatılmaz bir hal… Müslümanların kılıçlarını uzattığı her kelle tek pırıltıyla, sanki kılıç değmeden düşüyor. Müslüman kılıçlardan (fizik) bir tesir değil de, sanki esrarlı bir şuâ fışkırıyor ve çevrildiği yönü tek lâhzada kül ediyor. .

Burunları havada Kureyş nasipsizleri, içine arslan girmiş bir sürüye döndüler, birbirlerini çiğnediler, ezdiler; şahlanan ve kişneyen atlar, acı acı bağıran develer arasından yol bulup Mekke istikametinde kaçtılar.

Kâfirlerden, 24’ü ulu kişiler olmak üzere 70 ölü… Bir o kadar da esir… Ölüler arasında küfür kuduzluğunun en saldırgan tipi Ebu Cehl…

Ölümü şöyle oldu: “Ensâr”dan iki sahabî, çarpışmanın en şiddetli ânında onun yanına sokularak birdenbire hamle etti ve yere yıktı. Biri de göğsünün üzerine çıkarak başını kesmek üzere kılıcını kaldırdı. Ebu Cehl, iki omuzu yere yapışık, göğsüne diz çöken ve kıpırdanmasına meydan vermeyen Medine’liye bağırdı:

– Koyun çobanı! Çok yüksek yere çıktın!

Ebu Cehl gibi korkunç bir nasibsizin, ölüm ânında bile gösterdiği soyluluk gayretini Kureyş’li kanına ve o kanın en menfi tecelli içinde de beliren şan ve şeref edasına bağlamak lâzımdır.

Ve kılıç boynuna inerken mırıldandı:

– Keşke beni çiftçilerden biri Öldürmeseydi! Ve sordu:

– Zafer hangi tarafta?..

– Müslümanlarda!…

Ve kılıç indi. Ebû Cehl’in kesik başını saçlarından kavrayıp ayağa kalkan şanlı sahabî, kâfirlerin birbirini ezerek kaçışlarına şahit… Allah Resulünün “bu ümmetin Firaun’u budur!” buyurdukları Ebu Cehl ile birlikte bütün küfür leşleri derin bir çukura atıldı ve üzerleri taşla kapatıldı.

Müslümanlardan 6’sı muhacir, 8’i “Ensâr” 14 şehit…

Allah Resulünün etrafında meşveret:

– Esirlere ne yapalım?

Bir rey:

– Boyunlarını vuralım! Başka bir rey:

– Hayır! Fidye alarak koyuverelim!

Son rey kabul ediliyor ve fidye vermeleri teklif olunuyor. Peygamber amcası Hazret-i Abbas’a da hitap:

– Sen de vereceksin! Cevap:

– Muharebede üstümden alınan altunları fidyeme karşılık sayınız! Mukabil cevap:

– Aleyhimize kullanmak üzere üstünde taşıdığın altunları sana bırakamayız ve hiçbir şeye mahsup sayamayız.

– Beni dilendirmek mi istiyorsunuz? Kâinatın Efendisi sordular:

– Ya Mekke’den ayrılırken, saklaması için eşine bıraktığın altunlar?

Abbas’ın gözleri dehşetle açılmış:

– Bunu sana kim haber verdi?

– Rabbim haber verdi.

– Şehadet ederim ki, Allah’tan gayrı ilâh yok ve sen onun Resulüsün!

Abbas o dakikadan başlayarak müslüman… Peygamber emri:

– Fidye ödemekten âciz olanlardan okuma ve yazma bilenler de Medine’de onar çocuğa ders vermek şartiyle fidyeden affedilecek ve işleri bittikten sonra serbestçe çıkıp gidebilecekler…

Bu noktada da mutlak inkılâbın (taktik) inceliğine ait bir mâna var…

Umumiyetle okuma yazma bilmeyen Medine’liler, küfrün maddî silâhlariyle kuvvetlendirildikleri gibi, manevî aletleriyle de güçlendiriliyorlar; ve malı, canı herşeyi iman topluluğuna ait olan müşrikleri, bütün madde kıymetleriyle İslama borçlu göstermek için bir remz teşkil eden Kervan hedefinden sonra, manevî âletlerini de teslim etmeye zorluyorlar…

Mekke’de matem… Kervanı sahil yolundan Mekke’ye kaçıran ve Kureyş büyüklerinin çoğu Bedr’de kılıçtan geçince kabîlesine başbuğ olan Ebu Süfyan kendince and içti:

– Bedr’in intikamını almadıkça ne karılarımın yanına yaklaşacak, ne de güzel kokulu yağlardan sürüneceğim!

Ve Mekke kadınları, Bedr’deki 70 ölünün cesetleri gömülü çukur başında günlerce ağlaştılar, haykırıştılar ve saçlarını yoldular.

İslâmın, keyfiyette en büyük ihtilâl ve mutlak inkılâp çapında, küfre karşı ilk yığın şahlanışı Bedr’den sonraki cenkler, iç bünyeyi hedef tuttukça aynı mânayı taşımasına rağmen, en büyük saffet, safiyet ve halisiyetini daima Bedr’de muhafaza eder. Onun içindir ki, sahabîlik derecesinde de, “Bedre katılmış olanlar” diye, ayrıca üstün bir kadro farkı vardır.

Bedr’i takip eden “Uhut”, küfrün güya intikam hareketi… Küfür ordusunda 3 bin kişilik bir kuvvet; 300 at ve binlerce deve… Ordunun üçte biri de zırhlı… Ayrıca, başbuğ Ebu Süfyan’ın karısı Hind, maiyetinde bir sürü kadın, nağmeli şiirler okuyarak ve defler çalarak orduyu şevklendirmekle vazifeli…

Küfrün sözde intikam hareketi, müslümanlar için, Allah tarafından imtihan tecrübesi oldu. Mutlak inkılâp davranışında Peygamber emrini unutmanın, basit hareketlerde lider ve başbuğ sözünü dinlememekten doğacak neticelere kadar hikmetini sirayet ettiren sırrı, Uhut Cenginde inkılâpların baş şartı olarak meydandadır. Başa itaat etmeyen ayak, kırılmaya mahkûmdur.

Allah’ın Resulü, bin develik Ebu Süfyan kervanının kârını Bedr intikamına tahsis eden Kureyş hareketini haber aldıktan sonra bir rüya gördüler: Birtakım sığırlar boğazlanıyor… Zülfıkâr isimli kılıçlarının ucunda da küçük bir kırık, bir yenik peydahlanıyor… Ve üzerilerinde sağlam bir zırh… Mukaddes ellerini o zırhın yakasına sokuyorlar…

Rüyanın, Allah Resulü tarafından sahabîlere tabiri:

– Boğazlanan sığırlar, sahabîlerimden öldürülecek olanlar… Kılıcımın ucundaki yenik de soyumdan ve ailemden birinin öldürüleceğine işaret… Zırh ise Medine…

Bu rüyaya göre müslümanların Medine dışına çıkmaması ve içeride müdafaa cengi vermesi lâzım… Bazı sahabîler, hattâ baş münafık Abdullah İbn-i Übey İbn-i Selûl bile bu fikirde… Mutlak inkılâbın, bir ân için teşebbüsü karşı tarafa bırakması şeklinde tersinden tecellisi… Fakat bu (strateji) esas değildir ve zaman ve mekânın hususîliklerine göre ancak bir tedbir olarak kullanılabilir. Bu vaziyetlerde de, zamanı gelince ileriye atılma gayesinin gerçekleşmesi uğrunda en doğru iş yapılmış olur.

Fakat Peygamber isteğine rağmen Medine içinde müdafaa fikrine yanaşmayanlar oldu. Hususiyle Bedr’de bulunamayanlar ve o muazzam gazanın, şehit veya gazi, iki büyük mertebesindeki şeref ve fazileti sonradan ve Peygamber beyaniyle takdir edenler, Allah Resulünün kapısında toplandılar:

– Biz Rabbimizden bugünü bekliyorduk. Ey Allah’ın Resulü; bizi Medine dışına çıkar; düşmanlarımızla açık sahrada, göğüs göğüse cenge tutuşalım ve onları biz toslayalım!

Başkaları da onlara katıldı:

– Eğer açık sahraya çıkmazsak, kâfirler bizim güçsüzlüğümüze ve korktuğumuza hükmedebilir ve şımarır. Mutlaka üzerilerine yürümeliyiz!

Bilhassa Peygamber amcası Hazret-i Hamza, düşman üzerine yürümek isteyenlerin başında…

Kâinatın Efendisi, sahabîlerinin bu isteklerine uydular ve yanlarına Hazret-i Ebu Bekr ile Ömer’i alıp hücrelerine girdiler ve üstüste iki zırh giyip dışarı çıktılar.

Resuller Resulü hücrelerinde giyinirken dışarda bir hadise olmuş ve bir sahabî, öbürlerini, kendisine vahy inen Resule karşı çıkmalarından suçlamış, bu suçlanış da bir anda onların gönlünü çelmiş ve Peygambere tâbi olmaktan başka hiçbir eda takınmamaları şuurunu kamçılamıştı.

Allah Resulü, çifte zırh giyinmiş olarak hücrelerinin kapısında görününce haykırdılar:

– Artık hiçbir nokta üzerinde diretmiyoruz; Ey Allah’ın Resulü, dilediğini eyle, arkandayız!

Ve şu cevabı aldılar:

– Hiçbir Peygamber zırhını kuşandıktan sonra cenkten geri kalamaz. Allah’ın nusretiyle, sabır ve sebat gösterirseniz, bu şekilde de başarıya ermeniz mümkün…

İmtihanın ilk basamağındaki bir tutukluk hemen eserini vermeye başladı. Münafıkların reisi Abdullah İbn-i Übey İbn-i Selûl, kandırabildiği 300 neferle yüz geri edip ordudan ayrıldı ve 1000 kişilik İslâm ordusu 700’e indi.

İslâm ordusu, Medine’ye birkaç kilometre mesafedeki Uhut dağını arkasına aldı ve düşmana karşı saf tuttu.

Allah’ın Resulü, ordusunu cenahlara, öncü ve ardçı saflara taksim ve ona göre tabiye ettikten sonra bir tarafa 50 neferlik bir okçu kuvveti ayırdılar; ve gayet güçlü Kureyş süvarisinin o yandan bir çevirme yapması ihtimâline karşı okçulara şu emri verdiler:

– Benden size haber gelmedikçe yerinizden kıpırdamayacaksınız! Bizi kuşların kapıp götürdüğünü görseniz yine kıpırdamayacaksınız! Düşmanı perişan hale getirdiğimizi ve ayaklarımız altında ezdiğimizi görseniz yine kıpırdamayacaksınız!

İşte Uhut Cenginin en ince, ikinci imtihan noktası!…

Peygamber emrindeki dokunaklı ifade, en derin hassasiyetle telâkki edileceği ve okçuların, elleri dışarıda toprağa betonla gömülmüşçesine yerlerinde kalması gerekeceği yerde, âni bir zafer manzarası onları şaşırttı ve yerlerinden fırlayıp ileri atılmalarına sebep oldu.

Şöyle:

Allah’ın Resulü sahabîlerine bir kılıç uzattılar:

– Kim bu kılıcın hakkını vermek ister? Onu, hakkını yerine getirmek şartiyle kim benden alır?

Hep birden “biz alırız!” diye cevap… Ebu Dücane Hazretleri “bu kılıcın hakkı nedir?” diye sorunca Peygamber buyruğu:

– Bu kılıcın hakkı, eğilip bükülünceye ve kırılıncaya kadar kâfir yüzüne çalınmaktır.

Ebû Dücane, başında kırmızı bir sargı ve elinde Peygamber elinden teslim alınma kılıç, düşman saflarına öyle bir atılış atıldı ki, aynı gayretle arkasına düşen sahabîlerle beraber düşmanın gerisine kadar yol açtı ve orada def çalarak cenk türküleri söyleyen kadınların yanına vardı. Yırtıcı kadın çığlıkları ve şaşıran düşman… Biraz önce teke tek çarpışmalar sonunda bellibaşlı cengâverlerini kaybeden müşrikler bu son atılış yüzünden birdenbire bir çöküş manzarası gösterdi ve çekilmeye başladı. Okçular bu vaziyeti, artık zaferin elde edilmiş olduğuna yordular ve aldıkları emre rağmen yerlerinden fırlayıp ganimete konmak emeliyle harekete geçtiler.

Batı ansiklopedilerince “dünyanın en büyük generali” diye anılan, henüz küfür devresinde Halid İbn-i Velid, İslâmın okçulara dayalı cenahında bir boşluk açıldığını görür görmez süvarilerini hücuma kaldırdı; ve Allah Resulünün işte böyle bir kuşatmaya engel olmak için tabiye ettikleri ve o anda bomboş okçular noktasından kıvrılıp müminler topluluğunu arkasından kuşattı. İleride, Müslümanlık şerefine erdikten ve nice gazalarda başbuğluk liyakatini gösterdikten sonra, topyekûn zaman ve mekânın Peygamberi tarafından “Allah’ın çekilmiş kılıcı” diye vasıflandırılacak olan Halid İbn-i Velid, bu kuşatma hareketiyle, İslâm zaferini bozguna çevirici bir başarı sağladı ve müminler hesabına asıl büyük imtihan saati çalmaya başladı.

Hadise, hak yolundaki bütün ihtilâl ve inkılâp hareketlerine en nazik ders mahiyetindedir ve büyük hareketlerde küçük bir disiplin hatasından neler doğabileceğini ihtar edici bir semboldür.

Uhut’da Peygamber amcası, bahadırlar bahadırı Hazret-i Hamza’nın, Vahşi isimli köle tarafından, bir taş arkasından ve uzaktan mızrakla nasıl şehid edildiği, nice sahabînin ne türlü şehidlik şerbetini taddıkları, mevzuumuzun aslî gayesi dışında olduğu için, çarpıcı renklerine rağmen, kısaca işaret edilmekle kalıyor.

Müslümanlar arasında “arkanıza bakın!” diye yükselen sesten sonra Halid İbn-i Velîd’in geriden gelen atlı hücumu o türlü bir kargaşalık doğuruyor ki, geriye dönen sahabîler arkadakileri düşman sanıp birbirlerini kırmaya koyuluyorlar, daha önce ric’at eden küfür askerleri de toplanıp tekrar müslümanlara dönüyorlar, saldırışa geçiyorlar ve Allah’ın Resulünü mahfazadan başka hiçbir hareketi akla getirmeyen bir vaziyet doğuyor.

Önce kararsızlıktan başlayıp sonra emri dinlememekte karar kılan imtihan, nihayet öyle bir şiddet kazanıyor ki, boğuşma Allah Resulünün yanı başlarına kadar geliyor; ve iş, beş on sahabî tarafından çevrili, Kâinatın Efendisini koruyabilmekten ibaret kalıyor. Kâinatın Efendisi, kılıç menzili kadar kâfirlere yakın bir noktada dimdik durmaktalar ve üzerilerine oklar yağmakta…

Bir ses:

– M……öldürüldü!

Dehşet!… Bu ses, Varlığın Nuru zanniyle benzeri bir sahabîyi öldüren bir kâfirin, kâfirlere:

– M………..i öldürdüm!

Diye haykırması üzerine kopmuştur.

Halbuki O, evet, birkaç sahabî tarafından çevrili, dimdik neticeyi beklemekte ve ne yaptığını bilmeyen kavminin hidayete gelmesi için dua etmekte… Hakkı verilecek kılıcı teslim alan ve hakkına kavuşturan Ebu Dücane, vücudunu Allah Resulüne siper etmiştir. Her ok değişinde dişlerini sıkıp başını yukarı kaldırıyor, fakat siper olma tavrını asla bozmuyor. Okların acısile buruşan yüzünü tatlı bir tebessüm meltemi sarıyor ve koruduğu mukaddes vücuda göre belli oluyor ki, üzerine yağan ok değil, çiçek yağmuru… Ebu Dücane, mutlak inkılâp hamlesinin şecaat ve fedakârlıkta, bütün sahabîler gibi, ne enfes tipi!..

Sahabîler “M…. öldürüldü!” nârasiyle bir ân taş kesilip kaldılar ve içlerinden birinin kendilerini şuura davet etmesi, başka birinin de Allah Resulünü uzaktan göstermesi üzerine kendilerine gelir gibi oldular ve kâinatın merkez noktası Gaye-insan ve Ufuk-Peygamber etrafında toplanmaya başladılar.

İki imtihanın atlatılması için gerekli, insan üstü şecaat ve fedakârlık Uhut’da tecelli ettiği kadar hiçbir davranışta görülmemiştir. Başta Hazret-i Ali, Hazret-i Talha, Saad İbn-i Ebi Vakkas, Ziyad İbn-i Sekan ve Nesîbe adlı bir kadın… Hazret-i Ali oradan buraya, şuradan oraya şimşek gibi atılır, kâfir kellelerini biçer ve dönüp Peygamberinin vaziyetini gözden geçirirken Hazret-i Talha, kâinatın, uğrunda yaratıldığı aziz vücuda siper olmakta Ebu Dücane’den geri kalmıyor, kılıç darbeleri altında kolunu kaybediyor, Saad Hazretleri de Peygamber elinden alıp düşmana yağdırdığı okları 1000 taneye vardırıyor; ve Ziyad İbn-i Sekan’, her tarafından yaralı, Peygamber kucağında, o kutsî çehreye tebessümle bakarak, şâd ve bahtiyar, ruhunu teslim ediyordu.

Hele Neccar evlâdından Kâab’ın kızı ve Zeyd İbn-i Asım’ın zevcesi Nesîbe!.. Tarihte bu çapta bir kadın kahraman tanımıyoruz. Zevci ve iki oğliyle beraber Uhut’tadır. Allah’ın Resulü üzerine hücum eden bir süvarinin ayağını bir kılıçta kesip koparmış ve onu yere düşürüp kellesini uçurmuştur. Resuller Resulünün etrafında, kan revan içinde pervânevâri dönmekte ve kocasiyle oğullarını kendisine denk olmaya çağırmaktadır. Onlar da biri zevcesine, öbürleri annelerine ayak uydurmaya çalışmakta… Manzaraya dikkatli gözlerle bakan Allah Resulünün duası:

– Rabbim; bunları cennette bana arkadaş et!

Varlık Tacının üzerine hücum eden ikinci kâfire de üç kere kılıç salan ve omuzundan yaralanan yine o, Nesîbe Hatun…

Allah Resulünün dudağı yarılmış ve bir dişi kırılmıştır. Zırhının yanak tarafından da iki halka kırılarak etine batmış…

Sahabîler, geçirdikleri ilk sarsıntıdan sonra Allah Resulünü korumak gibi vazifelerin en aziziyle karşılaşıp toplanınca Kâinatın Efendisini halkalayarak Uhut dağının eteğine doğru çekildiler. Hazret-i Ali su getirdi ve Resuller Resulünün yaralarını yıkadı. Hazret-i Ubeyde Ibn-il Cerrah da mübarek yüze batmış olan halkaları dişleriyle söküp çıkardı ve bu işi yaparken kendi dişlerinden ikisini kaybetti. Harp meydanı boşalınca Ebû Süfyan’ın karısı Hind, yanındaki çığırtkan kadınlarla beraber ileri atıldı ve yerde yatan şehitlerin burunlarını ve kulaklarını, gerdanlık yapmak üzere kestirtmeye koyuldu. Ebu Süfyan ise, dağ eteğindeki sahabîleri, üzerilerine yüksekten inmek üzere kıstırmaya kalktı, fakat sarp ve dik yamaca tırmanamadı. Atlarından indiler ve kayaların arkasından bağırdılar:

– M…. içinizde mi?

Hâlâ Allah Resulünün sağ olup olmadığından şüphe ediyorlardı. Resul, sahabîlerine, susmalarını ve hiçbir cevap vermemelerini emretti. Peşinden Hazret-i Ebû Bekr ve Ömer’i sordular. Ona da cevap alamayınca üçünün de öldürülmüş bulunduğuna hükmettiler ve “artık iş bitmiştir!” diye haykırıştılar. Ebû Süfyan, zaferine inandı ve putlardan Hübel’e aziz vasfiyle, bağıra bağıra şükretti. Bunun üzerine Hazret-i Ömer gürledi:

– Allah, azze ve celle…

Düşman, bunca başarı kazanmışken, dağ eteğinde toplanan müslümanları önlerinden ve arkalarından vuramadı. Daha ileriye gidemediler ve başarı sandıkları bu kadariyle yetinip geldikleri istikamette çekildiler.

Allah’ın Resulü muharebe meydanını dolaştılar ve gördükleri manzaradan büyük ıstıraba düştüler: Başta amcaları Hazret-i Hamza, burunları ve kulakları kesilmiş birçok sahabî… En üstün tabakadan tam 70 şehit ve pek çok yaralı… Müşriklerin kaybı ise 20 ile 30 arası…

İşte, imtihanların en çetini halinde geçip, tam bir çöküntü ve yıkılışa sahne olacağı ân, Allah’ın inayetiyle, birkaç sahabînin şecaat ve fedakârlığı, Ebû Süfya’nın da Medine’li oymaklardan korkması ve ileriye varamaması sayesinde bozgunu önlenen Uhut muharebesi!.. Evet; ne bir muharebe ne bozgun… Sadece, mutlak inkılâp yolunda ebedî bir ders teşkil edici imtihan…

islâm iman ve aksiyonunun mutlak inkılâp çerçevesinde ihtilâl hareketi, Bedr’de, küfrü toslayış, Uhut’da da küfür tarafından toslanış; ilkinde son neticeye gebe bir temel davranış ve ikincisinde başa riayetsizlikten doğma belâyı muazzam bir şecaat ve fedakârlıkla atlatış şeklinde tecelli eder. Bu iki zıt tecelli ise, ebediyet dâvasının mutlak inkılâp hamlesi her gün biraz daha gelişerek devam ederken, öz kavmine karşı ayaklanmak bakımından ihtilâl faslını, Mekke fethinde tamamlamak üzere nihayete erdirir. Mekke fethine kadar bütün hareketler, İslâmın oluşmasını ve boyuna güç kazanmasını sağlayıcı başvurmalardan ibarettir ve aralarında, daima küfür tarafından düzenlenmiş “Hendek” ve “Ahzap” savaşları bulunmasına rağmen manzara, herhangi bir harp ifadesi dışında bir ihtilâl mânası taşımaktadır. Çünkü artık İslâm gittikçe heybetlenen ve devletleşen bir oluş içindedir ve bu oluşun hareketleri, kendi kavmi içinde ve kendi kavmine karşı ihtilâl değil, ancak devletten devlete taarruz veya müdafaa olarak mütalâa edilebilir.

Mekke’nin fethi ise, bu oluş ve devletleşmenin en kemâlli ânına tesadüf ettiği halde, ihtilâl başlangıcına netice getirmesinden ve din merkezini bir el uzatışta devşirivermesinden ötürü aynı kadroya girer. Zira Mekke’nin fethiyle asîller oymağı ve nebîler kaynağı Kureyş, ilk ihtilâl davranışının hedefi olarak, Resuller Resulü tarafından, olanca maddesi ve mânası birarada, teslim alınmış oluyor. Güneş, Bedr’de batarken Mekke’de doğmak üzere ufuktan silinmiştir.

Allah’ın Resulü, Mekke üzerine hareketi, mağara dostu ve has oda sırdaşı Hazret-i Ebu Bekr’den başka hiçbir sahabîye haber vermediler. Sahabîler emin değiller miydi? Herbiri “emin” mefhumunun son haddiyle emin… Fakat bu öyle bir sırdı ki; ancak uykusunda bile onu sayıklamayacak derecede bir “emin”e verilebilirdi. O da Hazret-i Ebu Bekr’den başkası olamazdı. Sadece prensip bakımından, Hazret-i Ömer, Osman ve Ali’ye bile feda edilmeyen bu sırrı muhafaza tedbiri, inkılâp ve ihtilâl mimarîsine tutkun her kafanın kulağına küpe olsun!…

Asırlardır İslâm âlimleri şu suâli sorar ve onun ihtiva ettiği iki ihtimâl üzerinde münakaşa eder, dururlar:

– Mekke’ye zorla mı, anlaşma yoliyle mi girildi; “kahren”mi, “sulhen”mi ?

Ne o, ne öbürü!… Mekkeye, iş zora dökülecek olursa ne doğacağını belirtici, onbin yerde ateş yakmış bir heybet ifadesinin tesiri altında, anlaşma ve cenkleşmekten kaçınma yoliyle girildi. Yani tahinle pekmez aynı ölçüde; acı ve tatlı birarada…

Mekke’ye yol veren tepeciğin başında Ebu Süfyan, yanında Peygamber amcası Hazret-i Abbas, oymak oymak ve akın akın önünden geçen büyük İslâm ordusunu görünce coşar ve haykırır::

– Desene ki, yâ Abbas, kardeşinin oğlu saltanatların en şevketlisine erdi!…

– Hayır, yâ Ebu Süfyan, şu gördüğün manzaranın mânası saltanat değil, nübüvvet…

Bedr kervanının başı, Uhut’ta küfür ordusunun başbuğu ve Ebû Cehl’den sonra Kureyşin reisi Ebu Süfyan, Allah Resulünün huzurlarında dolambaçlı ve kekeme bir dille İslâmı kabul eder; karısı, Hazret-i Hamza’nın ciğerini çiğneyip tüküren Hind de kocasına uyar; Gaye-İnsan ve Ufuk-Peygamber, devesine ilişmiş, nail olduğu İlâhî nimet altında ezgin ve iki büklüm, Allaha karşı sonsuz bir küçülme tavriyle büyük zafer caddesini takip eder ve Mekke’ye girer.

Zaman ve mekân boyunca ebedî “doğru”, “güzel” ve “yeni” vasfını ihtar edecek olan İslâm inkılâp ve ihtilâlinin, Peygamber elinde kendi öz kavmine nakşı işi, oradan bütün insanlığa yayılmak üzere Mekke fethiyle tamamlanmıştır.

Mekke’nin fethinden Veda Haccına kadar, İslâmın üçüncü devresi… Artık ihtilâl manzarası arzetmeyen, bir taraftan iç oluş, bir taraftan da devletleşme ve dışarıyı kuşatma devresi…

Dış oluşla iç oluşun birbiri içinde gelişmesi, artık çapını ihtilâlin üstüne çıkarmış olarak her şeyi kuşatan şu sahneden bellidir:

Cins küheylânlar üstünde, Allah’ın sevgilisi ve sevgili sahabîleri, bir seferden dönüyorlar. Diz teması halinde ve yan-yanalar… Kâinatın Efendisi konuşuyor ve sahabîleri dinliyor:

– Şimdi küçük cihaddan “ekber – en büyük” cihada gidiyoruz!

– Geldiğimiz cihad büyük değil miydi, ey Allah’ın Resulü! Ya ekber cihad hangisi?

Kelime incilerini dudaklarından tane tane dökerek cevap veriyorlar:

– Ekber cihad, tek insanın kendi öz nefsiyle savaşı…

İnkılâpta da, ihtilâlde de, sebepde de, neticede de, vasıtada da, gayede de, fertte de, cemiyette de bütün hikmetleri toplayıcı mihrak noktası… Bu cevapta, İslâm inkılâp ve ihtilâlinin, topyekûn varlık sırrı ve insan memuriyeti halinde bütün ruhu yatmaktadır. İş, ihtilâl mefhumunun dış manzarasiyle, maddeyi köpürtmekte değil, iç fışkırışın su yollarını maddeye nakşetmekte, iç oluşu dış oluşa çevirmekte ve bunun ulvî saikini bulabilmektedir. İnkılâbın olsun, ihtilâlin olsun, bundan başka tarifi yoktur; ve bu ölçüyle gerçek ve dayanak sahibi inkılâp ve ihtilâle semavî dinlerden ve neticede İslâmdan gayrı örnek gösterilemez.

Allah’ın Resulü, Hicretten on, Mekke fethinden iki yıl sonra, maiyetlerinde 50 bin sahabî, hac için yola çıktılar ve civardan katılanlarla 100 küsur bini aşkın bir topluluk halinde, mukaddes beldeye girdiler… Merkezinde Allah’ın evi bulunan Mekke kaynadı, ilk hac vazifeleri yerine getirildi ve devamı için, Minâ, Arafat ve Müzdelife noktaları etrafındaki daire dolanıldı.

Evet; kıyamet arsası gibi göz alabildiğine uzun ve geniş sahrada, 100 küsur bin sahabî…

Allahın Resulü kızıl tüylü develeri üstünde, sahabîlerine hitap ediyor. Tane tane söylüyorlar ve her 100 adımda bir sahabî, sözlerini tekrarlıyor. Bu, Veda Haccı hutbesi, beşerî kelâmın yükselebileceği son nokta; ve İslâm inkılâp ve ihtilâlinin, her harfi bir güneş, feza zemini üzerine nakışlı kitabesi… En başta ruhî, ahlâkî, peşinden içtimaî, hukukî, idarî, iktisadî bütün ölçüleriyle İslâmın muhasebesi, İslâm inkılâbının hesap hulâsası…

Faiz yasaklanmış, kan dâvaları kaldırılmıştır. İlk yasakladıkları da, kendi aile kadrosundakilere ait…

Tabirleri de şu:

– Ayaklarımın altında çiğniyorum!

Âlemde, kavim, oymak ve oba gururundan başka bir şeye değer vermeyen ırkdaşlarına hitap:

– Başınızda burnu halkalı bir Habeşî olsa ona boyun eğeceksiniz!

Cemiyet ve aile nizamında en hassas bağ:

– Çocuk kimin yatağında vücuda gelmişse onundur; hesapları Allah görecektir!

Hakikatleri olduğu gibi görmek ve hiçbir şahsı ve hadiseyi olduğundan başka bir şekle bağlamamak, yani gerçekçi olmak dâvasının muazzam ifadesi:

– Sizi mübalâğadan sakındırırım. Sizden önceki milletlerin başına ne geldiyse bu yüzden gelmiştir!

Hak, hak, hak:

– Sizi hak mevzuunda koruyuculuğa davet ederim: Zaif kadın ve sahipsiz öksüz…

Usûl, usûl, usûl:

– Doğru yolu kaybetmemeniz için size iki dayanak bırakıyorum: Allah’ın Kelâmı ve Resulünün sünneti…

100 bin sahabî, kendi tabirlerince, başlarına birer kuş konmuş da hafifçe kımıldansalar kuş uçacakmış gibi Allah Resulünü dinliyorlar:

– Şahit misiniz? Yüzbin ses:

– Şahidiz!

– Şahid ol, yârabbi!

Ve dünya döndükçe her ân hikmetini döndürecek olduğu, akıl ve kelâm ötesi söz:

– İşte zaman, devrini yapa yapa çıktığı noktaya vardı!

Bu da yaratılış gayesinin, Gaye – İnsan ve Ufuk – Peygamberde ve onun mutlak inkılâbında gerçekleştiği sırrından, mucize çapında, kelime ve cümle üstü hikmet…

Her şey O’nun için geldi, O’nunla geldi ve O’nunla gayesine erecek…

(İhtilal, Büyük Doğu Yayınları, 6. Baskı / s. 29-58)

Share

You may also like...

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.