Mehmed Akif Hitabesi
MEHMED AKİF HİTABESİ
MEHMED AKİF
1965’de, Çapa Yüksek Öğretmen Okulu’ nda…
Akif in harp arabasını iki at çeker: Biri iman ve İslâm savaşçısı, öbürü şair…
Esas olan, birincisi… İkincisinin, öbürüne yardımcı olmaktan başka rolü ve müstakil kıymeti yok. Eğer Akif, iman ve İslâm uğrunda cemiyet münâdiliği yerine, mücerret eşya ve hâdiselere bağlanmış olsaydı, karşımıza, Fransızların (Poetminör) dedikleri suğra şair tipi çıkardı. Suğra yani küçük… Anadoluya “Asyayı suğra- Küçük Asya” denildiğini biliyoruz.
Büyük Asya ile Küçük Asya arasındaki fark, kübrâ şaire nispetle suğranın ne olduğunu izah eder.
Hükmümüzü başa alarak bildirelim ki, Mehmed Akif, o harikulade kolaylığı, açıklığı, akıcılığı içinde, büyük Fransız şairi (Bodler)in ifadesiyle, devlere mahsus kanatlardan mahrumdu ve toprağa, damlara çok yakın mesafeden uçmaya mahkûmdu.
O, bütün kuvvetini imanından aldı; ve birbirine dayalı bir kalas gibi, imanını şiiriyle taşırken, şiirini imanı sayesinde ayakta tutabildi.
Ya onun iman cephesi! Bu köşeler, hikmet, hakikat ilim, ahlâk ve aksiyonculuk seviyesi noktalarında toplanır.. Akif in iman ve İslâm cephesini tayin etmek için ona bu köşelerden birer göz atmak gerekir.
Bu köşelerde Mehmed Akif, yalnız sathî ilim ve ahlâkta kemâllidir.
Hikmet; din ve kainat sırları, perde arkasının girift mânaları… Bu köşeye bağlı kıymete, sır idrâki diyelim…
Hakikat; girift mânalar yolundan ulaşılan ulvî kanunlar… Bu köşenin kıymeti de üstün irfan olsun…
Aksiyonculuk seciyesi; inanılan ve bağlanılan dâvanın fert ve cemiyetini yoğurma, şekillendirme cehdi… Bu da, hamleci ve teşkilâtçı enerji… İşte bu köşeler üstünde, yani sır idrâkinde, üstün irfanda ve hamleci, teşkilâtçı enerjide Mehmed Akif, -davanın muhtaç olduğu heybetli çapı belirtmiş olmak için kaygısızca itiraf edelim- kuvvetli değildir.
Bu başlangıca göre, Mehmed Akif i methetmek yerine zemmettiğimiz sanılacak… Zira bizde kanun: Ya medh, ya zem… Her işte ya falan, bir de karşısındaki, filân… Üçüncüsü yok… Hakikatin ve her türlü arayıcılığın yolu kesik… Bizse yalnız hakikât isteklisi olduğumuz ve sahici idealist gençliği ona istekli bildiğimiz için, gerçeğe, iki kaşı arasından bakmakta tereddüt göstermiyoruz.
Hususiyle, tam 125 yıldır, nur yuvası iman çehresine, hafif hafif yan bakmalardan ve sinsi sinsi dudak bükmelerden başlayarak, nihayet tırmık tırmık hakaret nazarlarına ve kürek kürek çamur atmalara kadar varan küfür saldırışları önünde mukaddes dâvanın muhtaç olduğu çapı, hatır ve gönül dinlemeksizin sıhhatli tespit etmek, birinci kurtuluş şartı diye karşımıza çıkarken… Bu şarta yüzbin Necip Fazıl’la beraber bir Mehmed Akif de kurban olsun ki, kadromuz ve kurtuluşumuz liyâkat ölçüsüne kavuşsun…
Şimdi:
İş bu noktaya geldikten sonra, hem de bu noktanın titizlik şartı içinden birdenbire beklenmedik teşhisimizi koyabiliriz:
Bütün şartlarına rağmen Mehmed Akif, düşürüle düşürüle trafik kazazedelerine kadar indirilen “şehit” sıfatı gibi her türlü işporta ucuzluğu üstünde, kelimenin olanca mânası ve hakkıyla muazzam bir kahramandır.
Kahramanlığı nereden geliyor öyleyse?..
Şu uzunca cümleye dikkat rica ediyorum:
Masonluk ve kozmopolitliğin mikrop yuvalarını devlet ve cemiyet mafsallarına yerleştirdiği, ortalığı “Jön Türk” isimli pembe kıçlı ve tek gözlüklü batı hayranı maymunların kapladığı, İslâm vecdi yerine başka bir heyecan tedâriği içinde kabuk ve posa milliyetçiliğinin tezgâhlanmaya doğru gittiği, olanca gerilik suçunun İslâmiyetten bilinmeye başlandığı ve bütün bunların modalaştığı, kibarlaştığı, salonlaştığı, banklaştığı, edebiyatlaştığı, politikalaştığı, mektepleştiği ilk devirde, ismine meşrutiyet dedikleri ve yalanı 56 yıldır süren o sahte hürriyet çığırında, ortalıkta âlim, mütefekkir, sanatkâr, hiç kimse boy gösteremezken, tek başına binbir yol ağzına çıkıp:
“Durun!.. Hiç kimse yoksa ben varım! Sadece iman ve İslâm! Başka yol tanımıyorum.”
Diye haykırmış olmasından geliyor Akif in kahramanlığı.
O, kapıcı, sürükleyici, götürücü ve ancak mavazaalı imanlara, yani sözde mü’minlere imkân verici korkunç cereyanı; bugünün korkunç üstü korkunç tufanını doğuran o ilk cereyanı içinde sürüklenmek şöyle dursun, tek başına göğüslemiş olmasından ve bu göğüslemeyi son nefesine kadar devam ettirmesinden geliyor Akif in kahramanlığı!..
O, dünyanın en büyük şairi, en yüksek fikircisi, en üstün irfan sahibi, hatta en derin velîsi olabilirdi de bu son olduğunu olmayabilirdi. Halbuki, yalnız sağlam bir dış yüz bilgisiyle “Şeriat ilmi” bu bilgiye denk, sağlam bir müslüman ahlâkı içinde, aksiyonculuk seciyesindeki eksikliklerine rağmen, olacağını oldu; ve o sefil cereyanın başlarından biri olan “Edebiyat-ı Cedide” başkuklasının:
“Yırtılır ey kitab-ı köhne yarın, medfen-i fikr olan sahifalarını…”
Tekerlemesine:
“Birkaç pulu tercihinden, protestanlara zangoçluk eden şair.”
Diye karşılık vermeyi bildi.
Bundan 56 yıl evvel “Sırat-ı Müstakim” ile başlayan, hatta bir aralık Ağaoğlu Ahmed ve Yusuf Akçora gibi, ilk adımda İslamcılık ve Türkçülükten hangi kapıya bağlanacaklarını bilmez bazı Azerbaycan aydınlarını da halkasına alan müessir dairesi, bir müddet sonra “Sebilürreşad” dergisiyle devam etti. Ve etrafındaki “statik” kalemlere rağmen daima “dinamik” kaldı. Fakat yepyeni bir nesil ve ocak kuramadı. Bir dünya ve Türkiye muhasebesi getiremedi. Ziya Gökalp’ı, kalemler huzurunda münakaşa ve münazaraya davet etti ama “agora”da, cemiyet meydanında yenecek ve zamaneyi allak bullak edecek bir ses tonuna ulaşamadı. Yalnız, baştanbaşa sahte ve perişan bir gidişin ortasında, bağlı olduğu ulvî hakikatin sadık koruyucusu sıfatıyla ters istikâmeti tuttu ve öylece kaldı. Daha doğrusu, istikâmet hissini bulandıran binlerce ters arasında biricik yüz… Her an biraz daha girdaplaşan ve tersine akmaya başlayan nehirde, bir kaya parçasının önünde tutunmak sevdasında birtakım ellerin kendisine doğru uzandığı, birçoklarının da alnını karışlayarak geçtiği tek ve yalnız adam. Bu adamın o nehri durdurması veya durduracak nesillere davanın planını vermesi için eğer lazımsa, şairlikte Lebid, Züheyr, Hassan, Hafız, Sadi’yi andırır bir nefese; hikmet ve hakikat sahipliğinde Gazali, Muhidddin-i Arabi, İmam-i Rabbani’den pay almış bir tefekküre; aksiyonculukta da bir zamanlar kayıt olmak gafletini gösterdiği İttihat ve Terakki’den herhangi bir komitacının gözü karalığına malik olması lâzımdı ve o bütün bunlardan uzaktı.
Nitekim ilk sahte ve perişan gidişin tepetaklak ettiği imparatorluk devrinden sonra, Akif, Millî Kurtuluş hareketini bütün gönlüyle benimsedi, Anadolu’ya geçti, Mecmuasını oralara taşıdı ve İstiklâl Marşı’yla, Türk’ün varolma hamlesindeki mânayı ebedileştirmek istedi. Marşı resmen kabul olundu, fakat ne garip tezattır ki, asıl mâna, Marşın söylenmeyen mısralarında kaldı. Ortaya çıkan yeni mâna ise, Akif’in Mısır’a çekilmesine, orada uzun bir müddet bir prensin himâyesi altında kalmasına ve İstanbul’a yalnız ölmek için gelmesine sebep oldu.
Ona, “Kur’anı tercüme et” diye verilen emre mukabil, “Kur’an tercüme edilemez” şeklinde son teklifi red ve mukavelesini feshetmesi, aldığı avansı geri göndermesi, sonra da eldeki bazı mealler bir gün resmî ve cebrî ibadete vesile olur korkusuyla onları yakması, imanındaki büyüklük ve hüsranındaki acılığın en hazin levhasıdır.
Bir şairin:
” Vatan cüda değilim, fakat firakıyla
Muhacirâne gezer ağlarım öz diyarımda.”
Diye anlattığı Türk illeri… Akif onu:
” Bu diyarın, hani sahipleri dersin, cinler,
Hani sahipleri der, karşıki dağdan bu sefer.”
Diye çerçeveledi ve aynı sahipsizlik içinde öldü. Ve gözleri açık gitti. Bu gözler, dâvasını tamamlanmış görmeden kapanamaz.
Akif’i anma gününde onu, şiiri, fikri ve her cephesiyle, Uzun, etraflı, “akademik” bir tahlil ve terkibe tabi tutmadığınız, sadece birkaç dakikalık hitabe, üç beş satırlık hülâsa şivesiyle kıymet hükmüne bağlamaya çalıştığımız için misallerden kaçınıp, son görüşümüzü şöyle mühürlüyoruz:
Bütün bu ana meseleleri, temel ölçüleri, şahsı ve eseriyle ortaya atan, meydana çıkaran Akif onlarda ister kuvvetli, ister hafif olsun büyük dâva ve mücâdelenin ilk, tamamıyla ilk selim akıl ve hüsnü temsil ettiği için, örnek şahsiyet mevkiindedir; ve yarının bu dâvada zuhurunu beklediğimiz büyük adamı ve elmas nesli, öndeki bu ilk örnek haysiyetini daima azizleştirecektir.
Dâva, Mehmed Akif i anma vesilesiyle, yarın arkasından muhteşem bir tulûğ, birdenbire bir tepecik üzerinde peydahlanacak şanlı süvari gibi, o büyük adamı ve ardındaki ovalar dolusu yeni gençliği gözlemekten ibarettir.
Ne zaman?..
“Kimbilir, belki yarın, belki yarından da yakın…”
(Hitabeler, Büyük Doğu Yayınları, 8. Baskı / s. 117-122)