Mehmetçik Hitabesi

MEHMETÇİK HİTABESİ

İstanbul, M.T.TB.’de…

Anadolu yaylasında helezon helezon kıvrılan ne kadar yol varsa, hepsinin birden kolladığı istikâmet, onda… Onda nezâret ufkunun açmadığı, göz önüne ve ayak altına sermediği hiçbir mesele yok…

Millî saadetlerimiz, içtimaî felâketlerimiz, çıkışlı ve inişli târihimiz; evvelce gerçek oluşumuz, yedi iklim dört bucak hükmedişimiz, derken duraklayışımız, kabuk tutuşumuz, sonra bozgundan bozguna yuvarlanışımız, sürünüşümüz, nihayet maymunlaşmamız, olamaz oluşumuz; hâsılı, bir zamanlar mayası Güneşten ruh hamurumuzla, bu hamura musallat kurt, sebep ve netice bakımından hep onda; Mehmetçiğin röntgen camında…

Bana sorarsanız, Orta Asya’dan Anadolu yaylasına inen bozkurt, en saf aynadan daha berrak bir su başında, gözlerinin ateşine dala dala söğüte döner, istihale eder. Böylece, kuyruk sokumu, atların cidago kemiğine dayanmış, mücerret madde hızı ve hareketinden ibaret bir yaratık örneği, iç hayatına, ruhuna, sabit mekân içinde hakiki zamanına kavuşur.

İşte Türk’ün, o mücerret madde hızı ve hareketinden ibaret enerji kaynağının gerçek yaşayışı, yine bana sorarsanız onun, sabit mekânına ve hakikî hayatına, yani ruhuna kavuştuğu ve bozkurdun söğüt ağacına inkılâp ettiği andan başlar.

Söğüdün yaprağı narindir narin,
İçerim yanıyor dışarım serin…

Söğüt, Anadolu hassasiyetinin gelin edalı remzi… Anadolu onun dibinde düşünür, içlenir, sevişir, helâllaşır, vedalaşır, kavuşur, halleşir, çabalaşır, hayat sürer.

Bozkurt bir (mit)tir. Bir efsane! Söğüt remzi altındaki Anadolu ise çarpıcı ve yakıcı bir realitedir, bir vakıa… Ve işte Bozkurt (mit)inin söğüt ağacı realitesine kavuştuğu andan başlayaraktır ki, Türk anaları, Mehmetçiklere gebedir.

Felsefede mekân denince madde, zaman denilince de ruh anlaşıldığına göre, Türkte ve onun temel keyfiyet unsuru olan Mehmetçik’de bu varlık şartlarının ikisini birden şahıslandıralım.

Mekân, Anadolu… Zaman, İslâmiyet…

Böylece yeni bir kıyas ölçüsüne kavuşuyor ve Mehmetçik vesilesiyle bir kere daha anlıyoruz ki, Peygamberler Peygamberinden evvel Mehmetçik mevcut olmadığına göre Türk’ün temel keyfiyet unsuru da Müslümanlıktan sonradır, ve işte bizim milliyetçiliğimizdeki dayanak noktası budur:

Ruhunu İslâmiyetten alan Türk… Ve bu Türk’ün Türkçülüğü…

Artık Mehmetçiği, o hiçbir formüle sığmaz harika insanı, bu temel ölçüye göre kendi kendisine çerçevelenmiş görebiliriz.

Şöyle:

Mehmetçik, Türk’ün, ruhunu İslâm nuruyla dolduruşundan sonra, İslâm potasında eriyerek İslâm kalıbına döküp bülurlaşarak darphâneden çıkma has altınlar gibi insanlık pazarına döktüğü, ferdiyet üstü millî ve içtimaî vâhid… Aslındaki kıymet ve hususiyetle de böyle bir vahide, Türkten başka mâlik, bu cihanda ikinci bir millet yok… Türklük mâdeninin kısır üstü ve bozucu bütün fizik ve kimyevî tesirlere mukavemetli aslî ve kurtarıcı vahidi Mehmetçik…

Mehmetçik, Allah indinde, halis kahramanlara mahsus din ve milletten fânilik; namsızlık ve nişansızlık sıfatlarıyla da, şan ve şerefini ancak feza dolusu meleklerin törenleştirebileceği ve hasis dünya ifadelerinin asla varamayacağı bir makama sahip… Nemrutlar ve Firavunların altın tahtırevanları, Roma zafer alaylarının sırma sorguçlu süt beyaz dört atlı arabaları ve bugünün tırtıl tekerlekli çelik koltukları onu azizleştirmekten âcizdir. Aksine, o, tahtırevanı taşıyan köle, zafer arabasını çeken beygir, çelik koltuğun da tekerleği yerinde gizlenmeyi tercih eder. Seciyesinin en mahrem ve ince çizgisi, Mehmetçiğin, işte bu hâlinde… Zira, onun beygir sıfatiyle çektiği zafer arabasında oturanlar, ekseriyetle öndeki mânanın hırsızları, 24 saatlik fâni zaman kadrosunun açıkgözleri, âdi sahtekârlarıdır.

Oysa, düne kadar palaspareler içinde, yağmur ve kar altında, barut yerine tüfeğine toprak doldurarak savaşmaktan, bir tek kuru zeytin tanesiyle bütün bir gün nefsini köreltmekle herşeye katlanır, fakat küçük açıkgöz ve mâna dolandırıcısı olmaya tenezzül etmez.

Onu zafer arabasına bindirmek gerekseydi, eline kamçı diye yıldırımı vermek, arabasına at diye kasırgaları koşmak, başına taç diye en parlak yıldızı oturtmak, iki yanına da poh-pohcu diye sahte kahramanları dizmek icabederdi.

Nitekim, yaratılışından ve doğuşundan alnı kıpkırmızı n tülbentle sarılı gerçek şehit tipi Mehmetçik, yerde sürünürken, gökte o saltanatı sürüyor.

Mehmetçiğin makamını şan ve şerefle ölçebilecek, ne bir tartı, ne bir endaze, ne bir kıyas, ne bir mikyas vardır.

Ne mutlu Türk Milletine!..

Ne bakımdan?

Allah Resulünün mukaddes hâs ismini, sırf o isme duyduğu sonsuz saygıdan ötürü hafif bir değişikliğe uğratıp “Mehmed” yapan, böylece İslâm ülkelerinden hiçbirinin eremediği bir ruh iffeti gösteren duygu inceliği bakımından…

Bu bakımdan ne mutlu Türk Milletine!..

İşte Mehmetçik, kâinatın sahiplik imzası olan o isme, şefkat edalı bir ufaltma eki ilâve edilerek bulunmuş o mübarek klişedir ki, iç hayatını Allah Resulünün ruhâniyetinden devşirici bir milletin, fert üstü namsız ve nişansız her vahidine püskürtülmüş nur zerresini pırıldatıyor. Türk’ün temel varlığı olan Mehmetçik hüviyetini, herşeyini o nur zerresinden; ve o nur zerresine tecellî mihrakı olma ehliyetinden alıyor.

Mehmetçik hangi ordunun, tümen, alay, tabur ve bölük, hangi basamağına bağlı olursa olsun; vilayet, kaza, nahiye ve köy; hangi coğrafya alâkasının sahibi bulunursa bulunsun, doğrudan doğruya Allah Resulünün has ismine ve has ruhuna perçinli olmanın, halk içinde gizli ve müşterek, büyük hüviyetidir.

O, bu dünyada, bir Yunus Emre kalıbı içinde ölmemişken ölenlerden; bir kâfir kurşunuyla ve gerçek şehit sıfatıyla gittiği öbür dünyada da ölmüşken ölmeyenlerdendir. Bütün bunlar da “Mehmetçik” isminin belirttiği ana kaynaktan… Peygamberinin ismini ondan aldığınız ve meselâ adını Oğuzcuk, Uygurcuk, Sungurcuk yaptığınız anda delinmiş bir (oksijen) tüpü gibi herşey ondan uçup gider.

Burada bir noktaya dikkat etmemek elden gelmiyor:

Kaynağımızı kurutmak gayesini güden hain zümreler Mehmetçiğin aslî sıfatı olan şehitlik mefhumunu kendi trafik kazalarına verecek kadar istismarcılıkta ileriye gidiyor. Ve kendi devrim lügatçelerinde herhangi bir azizleştirme mânasına karşılık bulamıyor da, sonra utanmadan, renklerini ve pırıltılarını arakladığı bir mânanın menbâını mahkûm etmeye kalkıyor. Ne sefil lüpçülük, ne fecî tezat ve ne aşağılık seviye.

Mehmetçiği, hep mim harfli sıfatlarla ifade edelim-çevresinde mesut cemiyet, tepesinde memur Devlet ve ayağı altında mamur vatan bulunduğu yükseliş çığrımızda asıl farikasiyle belirmiş göremeyiz. Yani şevket ve haşmet devrimizde Mehmetçik, o haşmet ve şevket denizi içinde erimiş, ona karışmış ve öz cevherini açığa vurucu içtimaî çöküntü ve tezatlardan uzak kalmış olarak peçelenmiş vaziyette… O çığırda Mehmetçik, sağlam devlet binasının muhkem temelidir; ve her temel gibi toprağın altında ve gizlidir. Asıl Mehmetçik -yine mim harfli sıfatlarla- çevresinde mazlum cemiyet, tepesinde mahkûm devlet ve ayağının altında mağlup vatan bulunduğu alçalış devrimizdedir ki, olanca mukavemet ve karşı koyma seciyesiyle ortaya çıkar. Büyük bir zelzele olmuş, bina parça parça yıkılmış, toprak çatlamış; ve temel son mukavemet unsuru olarak, meydana çıkmıştır.

Mehmetçik, Türk’ün bozgun devrinde ortaya çıkan, toplumun iç bünyesinde gizli millî mukavemet ve her şeye rağmen karşı koyma unsurudur, bu mânanın hüviyetidir ve bu mâna yüzüsuyu hürmetinedir ki, hudutsuz azizdir.

Evet, Mehmetçiğin bütün çizgileri ve renkleri ile ortaya çıkışı, binayı kurtarmaya memur temel olarak, her gayret ve hamlenin kendisine düştüğü koca vatanın kendi başı üzeri-yıkıldığı bozgun çığırımızda…

Ey gaziler yol göründü yine garip serime…

Buradaki yol, çâredir. Bu hengâmede onun tablosu:

Kışlanın önünde redif sesi var;
Bir çift kundurayla bir de fesi var.

Demek ki Mehmetçiğin asıl farikası, insanüstü fedakârlık ve kendinden veriş… Nefsinden başkası için olmak… Dini için, milleti için… Vücut hikmeti ve memuriyeti bu… Bir zamanlar:

Ya devlet başa
Ya kuzgun leşe..

Düsturunun temsilcisi Mehmetçik, sonraları:

Devletin malı deniz
Yemeyen domuz…

Anlayışının çürütmeye başladığı cemiyette, onu dış toslamalara karşı koruyacak son kalıntı, son saffet artığı, baştan ayağa hasta bir uzviyette sağlam kalabilmiş biricik kalp nahiyesidir. Beyin hasta, ciğer yaralı, mide delik deşik, böbrek cerahat çanağı, damar mikrop kanalı, fakat kalp sapasağlam…

Her ülkede vecd ve aşkı çürüyen İslâmın en taze ve en keskin davranışla kılıcını asırlarca elinde tutan bir millet, tarihî kaderi bakımından ilahî hikmet icabı elbette maraza karşı koyacak ve kendisini ensesinden kavrayıp ayakta tutacak bir bünye harikasına, ölümsüzlük sırrına mazhar ve mâlik olmalıydı.

Oldu. Bu Mehmetçiktir.

Ne kadar tekrarlasak azdır ki:

Ben Yunus-u biçareyim;
Baştan ayağa yareyim.

Diyen büyük Anadolu çocuğunun belirtisi ile, topuğumuzdan tepemize kadar cüzzam yaralarına battığımız demlerde Mehmetçik, işte her defa bizi kurtaran, apaçık ölümlere karşı koyan, bize hayat hakkımızı iade eden, fakat her defasında bu hakkı kullanamadığımıza, hak edemediğimize şahit olan, bünye harikası ve ölümsüzlük sırrı diye ifadelendirdiğimiz millî hassanın ta kendisidir. Onun içindir ki, Mehmetçiği ihtilâl ve ihtilâç yatağı bir bünyede, felâket organları bir tarafta ve kendisi bir tarafta, en yırtıcı, paralayıcı tezat tablosunu çizen apayrı bir hüviyet olarak tanımaya mecburuz. Ve işte onun içindir ki, Mehmetçiği, Kanunî Sultan Süleyman’a kadar süren taarruz ve fetih devrimizde değil, Kara Mustafa’dan başlayan bozgun ve müdafaa çığırımızda kendisini göstermiş buluyoruz.

Ondaki sadakat, ondaki itaat, ondaki tevekkül, ondaki tahammül, ondaki cefakârlık, ondaki fedakârlık, ondaki nefs istihkarı, ondaki Allah iftikârı, hiçbir zaman ve mekânda, hiçbir milletin fert vahidine nasip olmadı.

Öyle ki, bu vatanı kurtarırken de, batırırken de, başta sadakat ve itaat olmak üzere hep Mehmetçikteki ruh mâdenleri işletilmiş, sırasında ulvîce semerelendirilmiş, sırasında habisçe istismar edilmiş; ve Allah’ın Türk Milletine bu muazzam emaneti üzerine tiril tiril titreme ve onu değerlendirme şuuru hiçbir devrede kafalara yerleşememiştir. Eskiden adı (Etrâk-ı bîidrâk) idi; şimdi ve daha fenası kimsenin sahip çıkmadığı ve mânası hergün biraz daha körleştirilen cisimsiz bir isim.

Samanyoluna kadar bütün yıldızları sermaye diye kullanan bir kumarbaz olsaydı, gökte yıldız bırakmazdı da, Mehmetçiği siyasî kumar oyunlarında harcayanlar sarf ede ede bitiremediler. Birinci Dünya Harbinde, Erzurum’da, nakıs 30 derece hararette, Allahuekber dağının bir eteğinden kolordu çapında bir toplulukla tırmandırılan Mehmetçik, öbür eteğinden, düşmanla çarpışmaksızın manga kadrosuna düşmüş olarak inerken, kendi ezelî teslimiyet ve itaat vasfının kaatilce istismar cinayetini, ne hazin arzeder. Tek kurşun atmadan ve yemeden, soğuğa yedirilen bir kolordu… Beri tarafta sıcağa, şurada açlığa, burada hastalığa…

Yedi düvele karşı koruduğu Fatih’in İstanbul’unda ve Çanakkale’de Mehmetçik, o kilit noktasının kıymet ve ehemmıyetini kendi kendisine sezmiş; ve sadece intihar emri vermeyecek bir sevk-i idareye mazhar olduğu içindir ki, işi fert fert harikalar planına dökebilmiş; ve düşman mermilerini kaburga kemiği arasında yakalamaktan, sırtında 120 kiloluk gülleleri taşımaya kadar göstermediği fevkalâdelik bırakmamış ve nihayet Çanakkale’de istif halindeki kuduz Dünya emperyalizmasını, tüfeğini dizinde kırarak suya atılıp kaçmaya mecbur etmiştir.

Bu netice, hesap, tahmin, plan ve kumanda dışıdır ve onu gerçekleştiren sadece Mehmetçiktir. O, yalnız cevherini bozmayacak çapta da olsa hakikî kumandanını bulduğu zaman, Plevne’de, Rus Çarına, kılıcını belinden çıkartıp, kendine esir kumandanın beline taktırır. O cevhere bağlı bir devlet reisine nail olunca da (ikinci Abdülhamid Hânı kastediyorum) Yunanlı yine bugünkü gibi sefil palikaryalığını gösterir göstermez, önde şehit kumandan Abdülezel Paşa, Selanik’teki tek bir ordu ile bir sıçrayışta soluğu Atina kapılarında alır.

Avrupalı, büyük bir askerî muharrir diyor ki: “Başka ordularda müdafaanın bile terkedileceği şartlar altında, Türk ordusunun taarruzu başlar…” Hesap ve mantık budalası Avrupalının çenesini bir karış düşüren bu görüşteki akıl almaz mâna, Mehmetçiği ve ondaki sonsuz teslimiyet ruhunu ne güzel canlandırıyor.

Nihayet, Birinci Dünya Harbi sonunda, morgdaki ölü masasına yatırdıkları, kayışlarla masaya bağladıkları ve her kayışı bir sömürgecinin eline verdikleri hasta adamı bir şahlanışta hayata iade eden Türk’ün var olma iradesini şahıslandıran, emperyalizma uşağı (megalo idea) maskaralarını sımsıkı kuşatıp boğan ve bücür atlara piyadesi ve süvarisiyle ikişer kişi halinde yerleşip İzmir kalesini hilâline kavuşturan kudret, Mehmetçikten başka kim olabilir?

Alçalış devrimizin meydana çıkardığı Mehmetçik, öz Anadolu ve Anadoluluğun tecessüm etmiş ruhudur. Bu ruhun da bütün o devir boyunca nasibi, sonsuz bir gurbet acısı ve sıla iştiyakı…

Mehmetçik, öz vatanı içinde vatanını aramakta; ve her dayanağını kaybetmiş ve gittikçe daralmaya başlamış eski fütuhat ufuklarını beklemek mahkumiyeti altında en korkunç ruh acısı olan yıpratıcı bir hayretle eşya ve hâdiselere, kendisinin kim, ne ve neye memur olduğunu sormaktadır. Bu hayret ve dehşet Mehmetçik’te o kadar büyüktür ki, güneşli havayı duman diye görmekte ve sükûtu figan diye dinlemektedir.

Havada bulut yok;
Duman nedendir?
Mahiede ölü yok,
Figan nedendir?
Adı Yemendir.
Gülü çemendir;
Giden gelmezmiş
Acep nedendir?

Başını taştan taşa vuran ve bir türlü düzlüğe çıkamayan cemiyetin yeni bir macerası karşısında hitap ve davet daima kendisinedir; ve Mehmetçik, bu cemiyetin üstündeki irâde ve idare katından hiçbir kuvvet almadığı halde yaşadığı bodrum katından her defa ve tek başına onu kurtarmaya, ona feda olmaya hazırdır. Böylelikle, Mehmetçiğin, önüne ve yanına bozgundan beri, nerden başlayıp nerede duracağı ve ne tarafa döneceği meçhul, üzerinde hiçlik rüzgârı esen bir yoldan, kıvrım kıvrım gayesiz yollardan başka bir şey çıkarılamamıştır.

Anadolu nasibinin en güzel ifadesi olan meşhur türküyü yine hatırlatalım:

Ey gaziler yol göründü yine garip serime…

Asırlarca, içerden dışarıya doğru süren bir göç halinde, insanı öz vatanından öksüz bırakıcı, bu ne acı muhacirlik!..

Şimdi dikkat:

Mehmetçik, dışardan içeriye doğru bazı muhacirlerin bu vatana sahip çıkması için târihimizin, içerden dışarıya doğru ebedî muhaciridir.

Öz vatanında muhacirlik…

Biz, Türk’ün ruh köküne sarılanların ve onun hakkını savunanların hâli de bu değil mi?

Şair şu kadar yıl evvel söylemiş:

Vatan-cüdâ değilim fakat firakiyle,
Muhacirâne gezer, ağlarım diyarımda…

Muhacirliğimiz, asıl göçmen ve yanaşmanın kim, gerçek sahip ve mirasçısının da kim olduğunu çerçeveleyecek bir şafak vakti sona erecektir.

Mehmetçiği bu muhacirlikten kurtarmak ve eski çağlarda olduğu gibi muhteşem bir aksiyona bağlamak için, her-şeyden evvel, Türk cemiyetinde, idareci zümre ile halk, beyinle kalp arasındaki tezadı ortadan kaldırmak lâzımdır. Bunun için de, asker ve sivil örneği ile Mehmetçiği keşfetmek ve ona güdücülerini keşfettirmek lâzım…

Bizim için keşfedilmemiş madde ve mânâ, ne şimal, ne cenup kutbunda; sadece Anadolu’da ve kendi öz cebimizde açılan delikten kaymış olarak ceket astarımızın dibinde.. (Ceplerde kaybolmuş güneş) benzetişimiz malûmdur. Mehmetçik de bu kapının şahıslanmış misâli…

Mehmetçiğin, kâh Yemen, kâh Fizan, kâh Arnavutluk, ebedî göçü onun en büyük hamlesi olan Millî Kurtuluş hareketinden sonra durmuş; fakat onu keşfetme, ruhunu besleme ve maddesini verimlendirme şuuru bir türlü, kafalara uğrayamamıştır. Aksine, kısır üstü bozucu ve çürütücü cereyanlar, alt tabakalara kadar işleyerek, Anadolu köylüsünü eski ruh ve ahlâkından uzaklaştıracak hâle kadar gelmiştir. Bereket ki, Mehmetçik, o ebedî mukavemet ve karşı koyma seciyesi, düşmana dayandığı gibi, kendilerine aydın süsü veren köksüzlük ajanlarının aşılarına da dayanmaktadır.

Fakat gözümüzü dört açalım ve dikkat edelim: Mehmetçik, Türk’ün ruh köküne düşman bu iç ajanlar karşısında, târih boyunca ve bugün, Moskofun karşısındaki vaziyetinden daha tehlikeli durumda bulunuyor. Harplerin, kıtlıkların, hastalıkların, kötü sevk-i idarelerin yiyemediği Mehmetçiği, eğer biz onları daha evvel yiyemeyecek olursak, bu iç ajanlar yiyebilir. Amma kimsenin şüphesi olmasın; onları yiyecek, dişlerimiz arasında parçalayacak ve yurt dışına tükürecek olan bir nesil doğmakta…

Mehmetçiğin şahsında bütün Anadolu’yu kuşatan problem, evvela tam bir bilgisizlik ve anlayışsızlıktan doğuyor. Başta Mehmetçikteki ruhun düşmanları, kimse onu tanımıyor ve ne tarafa itilirse oraya giden ahmak bir âlet farz ediyor. Herşeyden evvel Anadolu ve Mehmetçik ruhunun, bir gergef gibi nakış nakış meydana çıkarılması…

Size Tohum isimli eski bir piyesimden birkaç satır okuyayım:

“YOLCU – Biz bu ruhu tanımıyor muyuz?

FERHAT BEY – Biz bu ruhu tanımıyoruz! Çünkü bu ruh, dal-budak salmış bir ağaç gibi, göz önünde fışkıran haki-katlardan değil… En derin ve en gizli hakikatlardan… Hakikat tutulmak istendikçe küçülür ve küçüldükçe gizlenir. Bir tohum gibi…

YOLCU-Tohum….

FERHAT BEY – Herşeyin özü ve sırrı ruhtadır. Biz bu ruhu tanımıyoruz. Anadolu nasıl duyar, nasıl sever, nasıl co-Şar, nasıl parlar, nasıl patlar, nasıl yetişir, nasıl susar, nasıl dü-Şünür, nasıl gider, nasıl dönmez, nasıl ölür, biliyor muyuz. Biz ruhun maddesini bina edebilseydik, bu tohumun ağacını yetiştirebilseydik, şimdi…”

Piyesten aldığımız satırlar bitti. Demek ki, lütfen sözlerini dinlediğiniz fikir ve kalem adamı, Anadolu ve Anadoluculuk dâvasını ve ona bağlı Mehmetçik tezini tam 30 yıl evvelki bir eserinde ortaya atmış…

Mehmetçiği, kardeşleri Ahmetler, Aliler, Osmanlarla beraber, Ayşesi, Fatması, Eminesiyle, her köyün, şehadet parmağı gibi göğe yükselen müdir fikri narin minare etrafında en ileri hayata kavuşturmak… Devletini ona ve onu devletine inandırmak… Hamle budur, hareket budur, plan budur, inkılâp budur! Bu da ancak, onun ruhunu üst kattaki güdücülerine, güdücülerini de onun ruhuna bağlamakla olur ki, böyle bir dâva, bugün, gerçek ilerinin geri ve hâlis gerinin ileri sanıldığı bu tepetaklak mânalar dünyasında Tekinler, Çetinler, Vurallar, Gökseller, Ayseller âleminde, deli saçmasından farksızdır.

Ancak…

Bütün memleketi böyle delilerin doldurduğu bir tımarhane haline getirdiğimiz gün bu ideal gerçekleşecektir. Nerede o divaneler.. Onlara muhtacız! O ne güzel delilik ve ne büyük ideal!..

Mehmetçiğin tarafımızdan anlaşıldığı ve bizim onca anlaşıldığımız gün bütün muvazeneler yerli yerine oturmuş olacaktır.

Eski Yunanlıların (Epigram) dedikleri kitabe şairlerinden biri, barbarlara karşı (Termopil) boğazında can veren bir avuç Yunan delikanlısı için, dünyanın en sâde, fakat en muhteşem kitabesi olan şu satırları yazmıştı:

“Yolcu! Git de yurdunda her evin kapısını yıkarcasına çal ve haber ver ki, beni ve kavmimin nereden geldiğini anladıkları gün her şeyi anlamış ve kurtarmış olacaklardır.”

Paris’te bütün resmî törenler Birinci Dünya Harbi Başkumandanının değil, meçhul asker âbidesinin etrafında halkalanır. Orada, muhteşem bir zafer takının altında, gece gündüz parıldayan mavi bir alevin işaretlediği, yere kapalı bir levha-

Şu yazı vardır; kelimesi kelimesine ve satır satır tercüme ediyorum: Burada Yatıyor.

Meçhul Fransız askeri Ki öldü, Vatanı için…

Bizim memlekette ise bozkırlara şu levhayı asmak yakışık alır:

Burada
Şehirden köye kadar
Sun ve mânası çözülmemiş
Vatan kurtarıcısı Mehmetçiğin
Hıçkıran ruhu esiyor.

İslâmın, Türk ruhuna inen kızgın bir mühür gibi dağladığı ve kalıplaştırdığı, sonra kafa kâğıtları halinde basa basa çoğalttığı ve modelleştirdiği, gerçek milliyetçilik dâvasının protoplâzma şahsiyeti Mehmetçiğe selâm olsun!..

(Anglo – saksonların) sunî imâli (Coni), bütün bir cemiyetin tek hizmet unsuru üzerindeki cömert itina ve alâkasından, cepleri sterlin, dolar ve çikolata dolu bir örnek ifadesidir de, nice devirlerde kaydının terkini bir at nalından daha ucuz olan Mehmetçik, aç ve çıplak, cemiyetinin bütün yükünü omuzlarında taşıyıcı dasitanî bir fedakârlık nümûnesidir.

Ona selâm olsun!..

Şimdi, onu biraz evvel işaret ettiğim gibi, ölüp de ölmeyenlerin gerçek hayatı içinde, yaratılışta ve doğuşta üzerine sinmiş şehit hüviyetinde, arkama geçmiş ve omuzlarıma abanmış hissediyorum. Mezardan fırlamış, kefenini paralamış, Tortum şelâlesinden daha bereketli, sonsuz enerji kaynağı, kan fışkıran yarasını açmış, saçları diken ve gözleri şimşek, size bakıyor. Dikkatle, madde üstü bir dikkatle bakarsanız siz de görürsünüz.

Ve dudakları kıpırdıyor:

“- Ne yaparsanız yapın; benim hakikatıma kıymayın! Benim hakikatimi koruyun!”

Bütün dâva şimdi fikir Mehmetçiklerini yetiştirmekte ve onların büyük meydan muharebesini hazırlamakta…

Mehmetçik isminin kaynağı olan mukaddes ruhaniyet, rehberimiz ve koruyucumuzdur.

(Hitabeler, Büyük Doğu Yayınları, 8. Baskı / s. 131-144)

Share

You may also like...

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.