Benim Manevi İnkılap Çerağımdı…
BENİM MANEVİ İNKILAP ÇERAĞIMDI…
Mustafa YAZGAN
Rahmetli Üstad Necip Fazıl Bey ile tanışmadan önceki hayatımın hal-i pür melalini anlatarak satırları ve SÜTUN’umu doldurmak istemiyorum. Pusulasız bir gemi gibi nereye, niçin, ne zaman, nasıl gideceğini bilmeyen benim gibi 1940 doğumlu nesilden bir parça idim. Çok mazbut, inançlı, maneviyatçı bir ailenin, aynı özellikleri taşıyan ve yaşayan bir ferdi idim. Buna rağmen “yaşanmaya değer bir hayat”ın çelişkisiz (tezatsız) normlarından uzaktım. Daha doğru, net ve kesin bir ifade ile “dava şuuru”ndan mahrum, yaşıyordum. Çok başarılı bir talebelik hayatından sonra, “Türkiye ve Ortadoğu Amme İdaresi Enstitüsü”ne asistan olarak girmiş, ümitle, şevkle, gayretle “ilmi alan”da çalışıyordum.
Dünyam sadece iki boyutlu idi: Sağcılar ve solcular… Bu tasnifte “sağcılar” arasında olduğumun şuuru ve bir o kadar da rahatı içinde idim. Sağcıların da, solcuların da kendi içlerinde tam bir “aşure çorbası” olduklarını bilmiyordum.
O yılların (1963-64-65’lerin) en ciddi milli meselesi “KIBRIS” idi. (Kanaatimce Kıbrıs aynı ciddiyetini koruyan milli bir meselemiz olmakta devam ediyor.) “Kıbrıs’ın Dünü, Bugünü ve Yarını” isimli bir konferans vermek için Gaziantep’e çağrılmıştım. Haftalarca çalıştım, okudum, araştırdım. Muhtevalı bir konferans hazırladım. Gaziantep Ticaret ve Sanayi Odası binasının üst katındaki geniş bir salonda, seçkin bir kitleye son derece ilmi bir konuşma sundum. Bizi davet eden aziz hemşehrim Halit Ziya Biçer Bey, Ankara’ya hemen dönmez, bir gün daha beklersem, ertesi gün akşam Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in konferansında da bulunma fırsatını elde edeceğimi söyledi. “Necip Fazıl Kısakürek” ismi çocukluğumda (rahmetli) babacağımın dilinde dolaşan ve bu güzellikte hafızama nakşolmuş bir isimdi. Ama kesinlikle tanımadığım gibi, o zamanlarda sinsice iftira ve yalan kusan “müfteri medya”nın, Necip Fazıl’ı ikiyüzlü, iki karakterli (evinde Amerikan bar olan; ama İslam’ı istismar eden bir kişi gibi) tanıtmış olmaları sebebiyle bu isme ürkek, çekingen ve soğuk bakıyordum.
Ertesi akşam, şehrin en büyük sinemasında ön sırada yerimi aldım. İki bin kişilik muhteşem bir kalabalık salonda idi. Program başlamasına yakın bir ara Halit Ziya Biçer Bey geldi yanıma… “Yazgan Bey, Necip Fazıl Üstad’la tanışmak istersen gel… Makine dairesinin yanındaki odada..” dedi. İstek ve şüphe arası karmaşık bir duygu ile kalktım. Beraberce Üstad’ın olduğu odaya girdik. Halit Ziya Bey:
– Efendim, size Mustafa Yazgan Bey’i tanıştırmak için getirdim. Kendisi TODAİE’de asistandır. Hemşehrimizdir diye takdim etti. Üstad (rahmetli) dudağında anlatılmaz güzellikte bir tebessüm, nezaket ve zarafetle:
– Çok memnun oldum. Buyurun Mustafa Bey. Şöyle yanıma lütfen. Nasılsınız?. diye başlattığı diyaloğu, çarpıcı sorularla devam ettirdi. O an, “müfteri medya”nın bütün itham ve iddialarının çöktüğünü, bu zarafet ve incelik içinde birinin kesinlikle mükemmel bir insan olduğunu hissettim.
Ruhlarımız kucaklaştı. Manen elini öptüm.
Konferans saati gelmişti. “Vakit tamam Üstadım!” dediler. Kalktık. Bana döndü:
– Mustafa Bey! Beni siz takdim edeceksiniz! dedi.
Bir an şaşırdım. Hissettirmeden toparlandım.
– Emredersiniz efendim! Benim için şeref ve saadettir! dedim. Beraberce salona indik. Tezahürattan sinema salonu yıkılacak sandım. Perde arkasına geçtik. Işıklar yandı. Perde açıldı. Üstad yine: “Buyurun Mustafa Bey!.” dedi. Mikrofona yürüdüm. Onu kavradım. Tam 32 senedir her mikrofonu kavrayışımda, benim manevi inkılabımın çerağı olan o aziz insanı hatırlarım. Fezalar dolusu rahmet diliyorum.
Mustafa Yazgan 26 Mayıs 1997
(Zaman, arşiv)