Hüseyin Hilmi Işık Polemiği
ACEZE BASIN
Türk basını, her çeşit günlükler ve haftalıklarla beraber 2 buçuk milyona varan bir (traj-baskı) sahibidir. Bu miktarın 2.300.000’i İstanbul gazete ve dergilerine ait, gerisi de, Ankara ve İzmir dahil, bütün Anadolu’ya… Yine bu miktarın en aşağı 1 buçuk milyonu da satıştır. Demek ki, bu memlekette ancak 100 kişide 4 kişi gazete ve dergi okur. Bunlar arasında birkaç gazete ve dergi alanları hesaba katacak olursanız, gazete ve dergi okuyucularının nispeti daha da aşağı düşer.
Memleket hesabına kötü not… Fakat basınımızın menfi rolü düşünülecek olursa bu alâkasızlığı Öpüp başımıza koymamız icap eder. Şu var ki, bu alâkasızlık, bir şuur ve iradeden gelmemekte, sadece vurdum-duymazlıktan doğmaktadır. Zira bildirdiğimiz satışın yine en aşağı 1 milyonu fuhş ve rezalet basını elinde ve ancak bunlar satabilmekte…
Demek ki, halkımız, gazete ve dergileri bu umumî vasıflarından Ötürü almıyor değil, aldığını sırf bu yüzden alıyor, gerisini de göz atmak zahmetine bile lâyık görmüyor.
Herhangi ahlâkî ve fikri bir kaygıdan gelmeyen bu alâkasızlık, vurdum-duymazlık ve başıboşluk şundan bellidir ki, sol cephenin fikir gazete ve mecmualarında umumî satış, başta 100 binlik sabit müşterisiyle “Cumhuriyet”, 120 bini geçmez; mukaddesat ve Türkün ruh köküne bağlılık iddiasındaki 5 gazete ise, top-yekûn ancak 20 bine varabilir ve ilerisini sökemez. Umumî satışın, taş çatlasa yüzde bir buçuğunu aşamamak… Hazin durum!..
Bu memlekette bunları “berâ-yı merhamet” tutacak ve ileride kalitelenmelerini bekleyecek 100 bin müslümanın bulunmayışı yürekler acısı bîr hâl iken, onların böyle bir sahabete liyakatsizlikleri, ayrıca ciğer dağlayıcı bir keyfiyet…
Bu 5 gazeteyi, benzerleri bir dergiyle beraber “aceze basın” diye vasıflandırmak yerinde olur…
1943 yılında, “Allah” demenin bile Basın ve Yayın Umum Müdürlüğünce yasak edildiği devirde, din ölçülerini papağanvâri gevelemek yerine o ölçülerden tütücü bütün bu dünya görüşü hamlesiyle (agora)ya çıkan, bilhassa Halk Partisi’ne ve onun eser dediği şeye amansız bir mücadele açan, zindandan zindana sürünen, derken günlük gazeteye inkılâp eden, sonra ayrı darbeler neticesinde yaralanıp (koma)ya giren, yahudi öcüyle 1 sene 3 gün zindanda ölüm ve cinnet terleri döken, yine dergiye dönen, yine günlük gazeteye çevrilen, yine (sabotaj), yine dergi, yine kapanış, ihtilâl ve ölüyü tekrar öldürmek ister gibi, kapalıyken kapatılan, peşinden birkaç zuhuruna rağmen aradığı geniş fikir zümresini bulamayan, fakat bugün Türkiyede İslâm dâvası adına ne varsa hepsinin birden annesi olduğunu bilen, ama çocuklarının daha bulûğa ermeden rüşd İddia ve istiklâl ilân etmeleri karşısında dudaklarını ısıran Büyük Doğu’yu, bir kenarda tutacak olursanız, hükmedebilirsiniz ki, bugünkü örnekler, dâvayı kuvvetlendirme değil, harcama yolundadırlar.
Aralarından, sahibinin imanı ve ahlâkı bakımından kimsenin şüphelenmeye hakkı olmayan “Bugün”, Necip Fazıl’ın “Çerçevelerini yazdığı ve ana tefrikasını kaleme aldığı devirde baskısını 90 binin üstüne çıkardığı ve 100 bine yaklaştırdığı hâlde, eline geçen bu müstesna iklimi koruyamamış, gazete olamamış, genç patronunun birden bire kendisini bir fikir selâhiyeti sanması ve mütefekkir rolüne kalkışması gibi toy bir nefsaniyet belâsına uğramış, birtakım batak yatırımlara saplanmış, hapse mahkûm şanlı bir dâva adamının kendi vatanında kalıp her çileye katlanması ve yakınında kalması gerekirken, yabancı diyarlara sığınmayı tercih ettiğine şahit olmuş, başsız kalmış, herkesin kitaplarda bulabileceği mukaddes “ilm-i hal” ölçülerini asabiyetle öne sürmeyi fikir ve gazetecilik sayıcı bir anlayışa kurban edilmiş, nihayet tek bobinlik bir İstanbul baskısından ibaret kalarak, eski satışının onda birine düşmüştür.
Ne yazık, ne yazık!…
“Sabah” gazetesi ise, yine “ilm-i hal” bilgileri vermeyi İslam’a yardım sanan ve böylece dine borçlarını ödedikleri vehmi içinde, din ruhuna tam zıt şekilde hükümete tâ’viz verip ticarî menfaatlerini korumak gayesini güden milyonerler elinde öldürülmüş, can çekişirken “Bugün”ün sahibine devredilmiş, onun elinde büsbütün nebat hayatına düşmüş, Demirel’e mason demeyi küfür sayan yüzde yüz küfür belirtici bir telâkki emrine terkedilmiş, nihayet o telâkki sahibinin başka bir gazete kurması (Hakikat) Üzerine sürüne sürüne şu âna kadar gelmiş ve şimdi yeni bir silkiniş ve kalkınış niyetiyle hazırlanmaya başlamış bulunuyor. Tıbbın ölüm haberini verdiği bir hasta üzerinde tek ümidin Allah’da olduğu kaydiyle, bu dâvanın Büyük Doğu’dan sonra ilk gazetesi “Sabah”a sıhhat, selâmet ve muvaffakiyet dileriz.
“Bizim Anadolu” üzerinde, çocukların bayramda valilik oynamaları gibi, dâvanın dış çizgilerinden başka hiçbir şey göremeyen bir heveskâr işi olduğundan, fakat şimdiye kadar üstün islâm siyaseti noktasından çatlak bir ses çıkarmamış bulunduğundan başka söylenebilecek söz yoktur.
Büyük Doğu’nun büyük fikir aksiyonuna duyduğu özenti yüzünden o adın bir nevi anlayışsız tercümesi olan “Yeni Asya” isimli gazete de, renksizlik, kokusuzluk, lezzetsizlik, hareketsizlik şaheseri…
Fakat şimdi mukaddesatçı basında, bizzat din hükmüyle en menfî örneği belirtici bir organ vardır ki, o da isminin tam tersinden müsemmâsı “Hakikat” gazetesidir. Edep ve terbiyemizin îma ve hayal etmeye bile izin vermeyeceği şekillerde, kimbilir hangi menfaat peşinde bu gazete Demirel’cilik ve hükûmetçilik yapmakta ve işin en tahammül edilmez tarafı, bu tavrını İslama istinat ettirmeye yeltenmekte ve tam bir bedahet ve hakikat ifadesiyle aksini iddia edenlere küfür isnat etmeyerek gitmektedir. Bir mümine küfür isnadı küfür olduğuna göre, “Demirel masondur diyen kâfirdir!” fetvasını çıkarmış, böylece küfrün en açığına düşmüştür.
Ayol; Demirel’in mason olduğu, şehadetnameli bir keyfiyettir ve kütükteki kaydına, tarihine, cilt ve sıra numarasına, üstündeki ve altındaki üyelere kadar malûmdur. Bu kadarı bile ona mason diyenin değil, demeyenin anormal olduğunu ispata yeterken, biz Demirel’deki din sadakatsizliğini hiçbir zaman masonluğunda göstermeye lüzum görmedik de doğrudan doğruya ağzından dökülen kelimelerde bulduk. Arada bir göstermelik bir eda ile “Allah’tan niyaz ederiz!” diye konuşan mumaileyh, adım başında ve hiçbir lüzum ve sebep olmaksızın “bu memlekette teokratik idareye yer yoktur!” sözünü eden adam değil midir? Durup dururken ve kimse “teokratik idare isteriz” gibilerinden bir söz etmezken, şeriata bu istiskal ve hakaret, Demirel’de iman ve İslâm diye bir şey bırakır mı; ve böyle bir zatı İslâm adına korumaya kalkışmak, en büyük bir velîden ders almış bir insana yakışır mı?
Beyzî çerçeve içindeki başmakale parçasına ve öbür klişelerde manşetlere bakın da parmağınızı ısırın!
“Hakikat” gazetesinde çıkan bir başmakalede, Demirel’i tutmayı ibadet diye gösteren satırlar çıkmıştır ki, artık buna “pes” demekten başka çare yoktur, “Günaydın” gazetesi Allah Resûlü’nün mukaddes hayatını foto-roman hâline getirir, Kâinatın Efendisini güya yüzünü saklayarak iğrenç bir teşhis plânına çıkarmaktan haşyet duymaz ve mübarek Peygamber zevcesi Hazreti Ayîşe’yi âdeta bir rakkase şeklinde gösterirken ve daha ne rezalet ve kepazelikler işlenirken, ağızları açılmayan ve süklüm püklüm oturan bu gazeteler arasında hakikatsiz “Hakikat”i, sade vazifesini yapmamakla değil, dâvaya ihanet etmiş olmakla suçluyor ve aydın İslâm zümresinin artık incelikleri farkedici bir idrak kıvamına ermesini bekliyoruz.
Yüreğimiz oyulurcasına bir acı ile bildiriyoruz ki, sağ basındaki 5 gazeteden hiçbiri vazifesini yapamaz, gazete olamaz, giyim ve kuşam Ölçülerinden bile anlayamaz, fezayı delici bir projektör hâlinde gözlerini İslâm zaviyesinden dünya ve kâinata çeviremezken, biri de aynı vazifeyi böyle yaparsa hâlimiz nice olur.
Böyle olmaktansa hiç olmamak evlâdır.
Büyük Doğu Dergisi 13 Ocak 1971, S.2,sh.12-13
* * *
MÜSTAHAK OLDUKLARI BİR CEVAP
Birinci yazımızda, umumhaneleri bile utandıracak şekilde fuhş albümü “Yüzkarası Basını ele aldıktan sonra, ikinci yazımızda da “Aceze Basın” başlığı altında güya cephemizden olan gazeteleri teşrih masasına yatırdık ve bunlardan “Hakikat” isimli hakka hiyanet gazetesi bir tarafa, hepsini kendi aczleri içinde iyi niyet sahibi, fakat gayeye lâyık olmaktan uzak, İslâm dâvası yolunda gerekli madde ve mâna imkân ve teçhizatından mahrum organlar olarak gösterdik. Maksadımız kalbce müşterek olduğumuz bu organları acı bir nefs muhasebesi ve kalkınma hamlesine davet etmek ve bu arada, dâvamızın sadece haini olmak mevkiinde, hakikat kaatili “Hakikat” gazetesini, İslâm’ın nereye, hangi dalâlet kutbuna kadar alet edildiği noktasından teşhir ederek müminleri uyandırmaktı.
Bazı devlet dairelerinde bedava dağıtılmaktan öteye hiçbir satış ve sesi olmayan, fuhş gazetelerinden daha iğrenç ve küfür organlarından daha zararlı bu kâğıt parçasını, bir hiç ve sıfırdan ibaret kendi nefsi için değil, tek nüsha satmasa bile, memlekette İslâmı nerelere kadar düşüren bir neşir vasıtası bulunduğunu göstermek için, sırf prensip bakımından ele almıştık. Bir de bu gazetenin başındaki, sonradan “İbn-i Sebe”den daha alçak olduğunu gördüğümüz şahsın, Necip Fazıl ile aynı kapıya bağlılık iddiasına rağmen, bu havsala yakıcı ve beyin törpüleyici haltları nasıl karıştırabildiğinden doğan bir hayret ve dehşettir ki, bizi bu harekete zorlamıştı. Malûm şahıs, Büyük Veli’ye mensup bulunduğu yalanından devşirilme mânevi kredi sayesinde, şeriat bütününden zerre feda etmez bir kişi görünmenin imtiyaziyle, durup dururken “şeriat istenemez, teokratik idare Özlenemez!” sloganıyle din düşmanlığını ilândan kaçınmayan bir Başbakana sadece iman vesikası vermekle kalmıyor, ona mason diyenlerin kâfir ve yardımcı olmayanların dinsiz olduğunu iddiaya kadar varıyor, onu desteklemeyi ibadet derecesine çıkarıyordu.
Kendisine, hakkında kaleme aldığımız yazının haberini verdik ve müdafaasını istedik.
Büyük Veli’nin yakın akrabası ve gerçek bağlılarından nicesinin bu adamı bir sahtekâr olarak tavsif ve tasvir etmelerine rağmen, onlara mukavemet ediyor, ithamlarına katılamıyor ve açıkça gördüğümüz bu yazılara karşı gözlerimize inanamaz gibi oluyorduk.
Karşılaştık. Merkum şahıs, bin dereden su getirdikten sonra, aynı dalâlet tavrına Büyük Velî’yi ortak gösterecek korkunç bir denaet ve şenaat edası takınmaktan çekinmedi ve bize, ikinci sayımızda neşrettiğimiz, riyakârlık ve sahtekârlık şaheseri mektubu yazdı. Evinden de telefonu açarak, ağlamaklı bir sesle “Bütün bunlar benim hakkımda bir komplodur; insafınıza sığınırım!” tarzında lâflar etti. Bizden de, “beraetiniz için elimizden geleni yaptığımız halde maalesef muvaffak olamıyoruz!” cevabını aldı.
Bunun üzerine “Aceze Basın” başlıklı, gayet efendice, o hacîl mektubun mânasını bile açığa vurmaktan çekinici ve bunları yaparken yüreğimizin nasıl kanadığını belirtici yazıyı neşrettik. Sanıyorduk ki, hakikat kaatili, mektubunda da ima ettiği gibi, susacak, “gık!” bile demeyecek, hattâ küçük bir vicdan eseri göstererek “Ben bu zamana kadar Başbakanın şeriate bu türlü hücumları olduğunu bilmiyordum; şimdi anladım ve onu desteklemekten el çektim! İstiğfar ederim!” demek asaletini gösterecek, böylece etrafımızdaki küfür halkasını kuvvetlendirmeye yarar bir cidal açmaktan çekinecek ve üstüne bir perde atıp gizlenecek, bizi daha fazla tahrik etmekten kaçınacaktır.
Hayır! Böyle olmadı! Hakikat kaatili ve Hak haini, bu zamana kadar Necip Fazıl’a hiçbir dinsiz, yahudi, mason, komünist ve devrimbazın çatmadığı şekilde kâbuslara bile sığmaz isnat ve iftiraların türlüsü ve taarruz lisanlarının en mülevvesiyle mukabeleye kalkıştı. Necip Fazıl’ı, yahudilerden para alan, içki ve kadın meclislerinde, Necmeddin Erbakan’la karşılıklı kumar masasında bir tip olarak tasvir etmeye yeltendi. Necmeddin Erbakan’ın arkasına bir çift abdest takunyası koymakla da, kâfirlerin müslümanlara bakışını tam benimsemiş oldu. Necip Fazıl dururken Necmeddin Erbakan’ı karıştırmasına ne lüzum vardı? Vardı; çünkü emir bâbadan geliyordu ve Demirel aleyhtarı olarak bir taşla iki kuş vurulmasını hedef tutuyordu…
Bütün bunları tertipleyen münafıklar şahı, necaset faresinden daha pestpâye maşasına bunları yaptırdıktan bir gün sonra da, Başbakan’i niçin tuttuğunu İzah ederken, buna Büyük Velî’yi senet gösterecek derecede, din, iman, haya ve ahlâk kayıbına uğramaktan korkmadı.
Evvelki sayımıza yetiştirebildiğimiz (Büyük Doğu’nun haftalık olması ve gününden hayli Önce hazırlanması, ânı ânına cevap vermemize mânidir) ve “Sizi Allah’a ve o Büyük Velî’ye havale ederiz!” deyip bu menfur boğazlaşmayı kapatmak istediğimiz mukabelemizden sonra ise, aynı hak telvisçisi gazete, 5 sütün üzerine, hiçbir mâna ve delâleti olmayan bir fotoğraf oturtarak, Necip Fazıl’a, bütün küfür kelimelerini bir çuvala doldurup rastgele çekercesıne, ağız dolusu sövmeye davranmaz mı?
Bazı asabî gençlik teşekkülleri bu gazeteyi basmak, yakmak, yıkmak ve bu alçakları eşşek sudan gelinceye dek dövmek teklifinde bulundukları halde, Necip Fazıl, karşı cephenin böyle bir fırsattan faydalanmasına meydan verilmemesi için bütün bu teklifleri şiddetle reddetmiş ve artık son olarak bu insan taslaklarının ne olduklarını göz önüne sermeyi vazife bilmiştir.
Tâ ki, cephemizin halisleriyle sahtekârları gün aydınlığına çıksın ve para mukabili küfre iman bileti kesen, yahudi, komünist ve her türlü dinsizden beter tıynetler, ruhlarının apaçık röntgen camiyle müminlere arzedilsin… Böyle olduğu, şunun için hayırlıdır ki, kervanımızda sadıklardan başka kimsenin bulunmaması muradiyle, Allahtan ve o Büyük Velî’nin ruhanîyetinden gelme bir tecellidir bu…
1. Bu gazetenin rolü, kendisini din fetvacısı yerine koyan bir sahtekâr marifetiyle her ân, dine taarruz eden bir Başbakana iman ve İslâm vesikası vermek, yani iman ve İslâmı para karşılığında satmaktadır!!!
2. Birkaç bin basılıp ancak birkaç yüz satabilen bu gazete, Ankara’da Plânlama Teşkilâtı vesaire gibi devlet müesseselerinde bedava dağıtıldığına göre, bir taraftan dinsizliğe ivaz verirken öbür taraftan müslümanlara mümin görünmek politikasında bir Başbakanın reklâm kâğıdıdır!!!
3. Bu gazetenin başındaki başsız adamın rolü, seneler senesi İslâm yolunda faydalı eserler neşrettiği hissini verdikten sonra, paranın kokusunu alır almaz topyekûn itikat ve ameline kıymış olmaktan ibarettir!!!
4. Bu adam, Büyük Velî’nin en derin hüzün ve meysuyetle söylediği “bu memlekette İslâm gelemez!” sözünü, Başbakanın sadece şeriat aleyhtarlığıyle söylediği “bu memlekette teokrasiye yer yoktur!” sözüne eş tutacak kadar alçaktır!!!
5. Bu adam, Büyük Velî’ye mensup olmadığı gibi, ondan aldığı icazatname dahi sahtedir. Bu adamda en küçük ilim ve fikir haysiyeti de yoktur ve eserleri kelimesi kelimesine intihal (hırsızlama)dır!!!
6. Bu adam, din düşmanlığıyle maruf bir mizah gazetesinin sarhoş ve serseri, kubur faresinden daha çirkef ressamını maşa diye kullanacak derecede âdi ve haysiyetsizdir!!!
7. Bu adam, Büyük Velî’nin evlâdları ve en sadık mensupları tarafından lânetlenmekte ve en hafif tabirle “her halde çıldırmış olmalı!” diye vasıflandırılmaktadır!!!
8. Bu adamın yaptığına “intihar” diyenler, şimdi “intiharı da geçti!” demektedirler. Doğru, bu hareket, kendi ifrazatının kuburuna girip orada intihardan farksızdır!!!
Büyük Doğu Dergisi – Şubat 1971, S.6, sh.12-13
* * *
BU CEVAP SONUN SONUNCUSU!
“Aceze Basın” başlığı altında, cephemizden olan veya sanılan, çoğu masum gazetelerin halini ele almış ve bu arada fikrî ve ilmî öfkemizi, “masum”un tam zıddı, “Hakikat” isimli, 40 gramlık, birkaç yüz satışlı kağıt parçasına yöneltmiştik. Bu gazete, kendisini şahsî ve mahrem çerçevede dindar satmaya çalışırken, resmî ve alenî plânda her vesileyle İslama tecavüzü şiar edinmiş bir Başbakanı tutuyor ve (tutup tutmamanın âkibeti kendisine) onu desteklemeyi ibadet olarak ileriye sürüyor, onu yerenleri küfürle ithama kadar gidiyor, böylece İslâm adına küfre iman bileti kesmek ve kabul etmeyenleri “kâfir” ilân etmek derecesinde bir cinayete sürükleniyor, yani bizzat küfrün en şenîine düşüyordu.
Bizden olan gazetelerse, bu hale sükût ile mukabele ediyorlardı. Taşıdığımız iman ve onun dayanağı ihlâs ateşi bakımından biz bu feci dalâlete karşı susamazdık. İşin en elemli tarafı, bu gazetenin perde arkası güdücüsünün uzun yıllar İslâm yolunda çalışmış ve Necip Fazıl’in mürşid ve Efendisine bağlılık iddiasında bir adam olmasıydı.
Necip Fazıl ilk yazıyı neşretmeden bu efendiden müdafaasını istemiş ve kendisinden zelîl ve murâi bir mektuptan başka cevap alamamıştı. Böyleyken yakarıcı ve ayak öpücü mektubun adilik vasıflarını belirtmeksizin onu neşretmiş, dâvayı, yüreği sızlayarak, gayet efendice, ilim lisaniyle ve bir laboratuar katiyetiyle ortaya dökmüş ve kendisinden ya sükût, yahut fikirle mukabele beklemişti. Fakat böyle olmadı; merkum efendi, son derece adi, genç ve güzel oğlan müsabakasına katılmış olduğu rivayet edilen maşalarını, Necip Fazıl’a mukabeleye memur etti ve bunlar, lisanın bütün küfür kelimelerini bir çuvala doldurup rastgele çekercesine bize saldırmaya yeltendiler. Hayret ettik! Bize karşı böyle bir adiliğe ve gerçek namussuzluğa, Bâb-ı âdi’nin hiçbir ferdi, komünistler ve alenî dinsizler bile düşmemişti. Bunun üzerine, hareketlerine son ve tam bir mukabele olarak bir evvelki yazımızdaki teşrih ve teşhir yazısını kaleme aldık ve merkum şeyh müsveddesinin Büyük Velî’ye nispetinden icazetine, ilminden eserlerinin kendisine aidiyetine kadar her tarafının sahte olduğunu, Abdülhakîm Arvâsi Hazretlerinin Seyyid kanını taşıyan yakınlarının şehadetiyle ve ayrıca kendi vesikalarımızla ve yine bir laboratuar katiyetiyle ispat ettik ve artık susmaya karar verdik. Bu defa (anestezi)si
yapılmadan ameliyat edilen bir serserinin operatöre karşı ağzına gelen küfürleri dizmesi gibi büsbütün kudurdular; ve necasetten mamul bir kürk giyinmiş ve binaenaleyh kirlenme korkusu olmayan mahut maşaya yeniden saldırma emrini verdiler… Bu, domuzların bile yüzüne tüküreceği kadar şenî tip, Necip Fazıl’a, “namussuz!” diye hitap edecek ve onun köpek şeklinde karikatürünü çizip cami duvarına yestehletecek derecede mecnun bir cür’ete kapıldı ve bazı gençlik zümrelerinin, ona ciğerini kusturasıya dayak atmak için Necip Fazıl’dan istedikleri müsaadeye “böyle bir şey yaparsanız beni kaybedersiniz!” mukabelesi sayesinde kurtuldu. Kurtulanlar arasında başkaları da vardı. Artık vaziyet besbelliydi. Yedikleri ölüm darbesi karşısında, şuurlarını kaybetmişler ve camiye yestehleyen köpeğin başını Necip Fazıl’a benzetecekleri yerde, ortaya efendilerinin başını yerleştirmekteki isabeti göremez olmuşlardı.
Buraya kadar olanları tekrar ele almaya değmez ve artık sükût etmek icap ederdi. Fakat bunlar en büyük sahtekârlıklarını, Efendi Hazretlerinin asîl mahdumu Münir Üçışık Beyi başka bir iş vesilesiyle matbaalarına çağırıp onun ağzından lâf almak ve bu lafları kalpazanca tahrif etmek namussuzluğuna (namussuz diye bu işi yapana derler) düşmemiş olsalardı… Bu gün o Büyük Velî’nin hayatta bulunan biricik oğlu Münir Üçışık, Necip Fazıl’ın, Efendisinden, diğer bütün yakınları gibi, kendisine muazzez bir emanet bildiği ve pek çok iltifatına mazhar olduğu bir kimsedir; ve mahut kâğıt parçasına, neşredilenler içinde bile Necip Fazıl aleyhinde hiçbir şey söylemediği gibi, söylendiği iddîasiyle neşredilenlerin ve onlara verilmek istenen havanın da bir tahrif eseri olduğunu İmzasıyle tespit etmektedir.
Münir Üçışık “Hakikat” isimli kâğıdın kendisinden kuvvet almaya yeltenen bu kalpazanlığını görünce, Bayramın ilk günü gazetenin sahibi ve perde arkası şeyh müsveddesinin damadı Enver Ören’i evine çağırmış, sahtekârlıklarından dolayı onları en acı hücuma muhatap kılmış ve ellerinden çerçeve içinde gördüğünüz mektubu almıştır. Onlar da, utanmadan ve ter dökmeden bu vesikayı imzalamışlardır.
Enver Ören, İtalya’da bazı tahsil ve tetkik faaliyetleri içindeyken, Necip Fazıl’a, Abdullah îbn-i Abbas hakkında bir yazı göndermiş ve rüyasında Necip Fazıl’ı o koca sahabî ile gördüğünü yazmış olan adamdır. Yazı elimizdedir. Dilerse neşredebiliriz.
Her şeyi ve bütün karakterleri el ayası gibi gösteren bu sahtekârlık numarasından sonra, söylenecek söz kalmıyor ve artık onları diri diri gömüldükleri mezarda taaffüne terket-mekten başka yapılmaya değer iş mevcut bulunmuyor. Bundan böyle istedikleri gibi, mezarlarında gaseyan edebilirler…
Büyük Doğu Dergisi 17 Şubat 1971, S.7, sh.5
zaten bu tayfanın tek gayesi müslümanlarla savaşmak-çatışmak ve fitne tohumlarını ekmekten öteye gitmiyor. Üstad, kendilerine hadlerini tamamıyla bildirmiş ise de, bu alçakların yüzü olmadığından başka müslümanlara saldırıyorlar. ilmihal adı altında fitnelerine rastlamak hiçte zor değil. elhasılı bu zararlı ve müslümanlık ile hiç bir ilişkisi bulunmayan ahir zaman fitne fırkasını Allah’a havale ediyorum
Osman Arslan hakikat gün gibi ortada. Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri halife bırakmamıştır. Hilmi efendinin de halifelik iddiası olmamıştır. Silsile-i Aliyye 33. ve son halka Abdülhakim Arvasi ile bitmiştir. https://vimeo.com/97057944
2014 yılında, yani bu yazı kaleme alındıktan 43 yıl sonra, yaşananlara bakınca merhum Necip Fazıl’in ferasetinin ne kadar açık olduğu anlaşılıyor. Abdülhakim Arvâsi Hazretleri yerine kimseyi bırakmadığı ve ehil olmadan irşad kalkışanlar hakkında çok büyük uyarılar yaptığı halde, Hakikat Gazetesi’nin devamı olan İhlas Camiası, vefatından sonra Hilmi Bey’i, onun ardından damadı Enver Bey’i ve hatta onun ardından torunu Mücahid Bey’i tamamen mesnedsiz iddialar ile Abdülhakim Arvâsi Hazretleri’nin halifesi (veya onların laf ebeliği terminolojisi ile vekili) olarak lanse edip sahte bir silsile yayınlama ve binlerce müslümanı bu şekilde aldatma cüretini göstermiştir. Bu yazı 43 yıl sonra hala güncelliğini muhafaza ediyor.